bruges’den ayrıldıktan sonra,
paris’e doğru yola çıktık ve üç gece kalacağımız eve vardık. ev grenelle caddesi üzerinde, yani eiffel’e
oldukça yakın bir mesafedeydi. ertesi sabah, hemen evin önünde kurulan pazardan
aldığımız kahvaltılıklarla sağlam bir kahvaltı hazırlayıp yaptıktan sonra,
dünyanın en çok ziyaret edilen sanat müzesi olan louvre’yu ziyaret etmek üzere yola koyulduk.
şehri metro ağıyla gezebilmek
için iki günlük kart aldık (35 euro). metro ağı pekçok avrupa şehrinde olduğu
gibi oldukça kullanışlı; ama öyle eski öyle bakımsız ki, insan gerçekten hayret
ediyorJ
louvre,
ihtilalden sonra, 1793’te fransa’da açılan ilk devlet müzesi olup 35000 sanat eserini içeren bir müze.
müzenin giriş ücreti 12 euro.
farklı dönem, farklı medeniyet ve farklı türdeki
obje ve eserlerin her birini görmek için iki tam gün ayrılması gerektiği
söylenegelen müzeyi biz yarım gün gezdikten sonra hem zihinsel hem fiziksel
olarak çok yorulduk ve sanatı kararında bırakıp eğlenmeye zaman ayırmaya karar
verdikJ
bu kararımızda eserlerde hiçbir şekilde ingilizce açıklama olmayışı,
dolayısıyla çok anlayarak gezemeyişimiz
de etkili oldu.
önce parkta biraz dinlendik, sonra bir metro ile meşhur champs elysees caddesi’ne gelip biraz
dolaştık.
paris’in en güzel yanlarından biri, havanın hazirana yakışır olması
ve ilk defa hafifçecik yazlık kıyafet giyebiliyor olmamızdı.
akşamüzeri eiffel kulesine
doğru yola çıktık; hemen yakınındaki carrefour’dan 3-5 euroya bordeux şarapları,
plastik kadehler ve biraz atıştırmalık alarak kulenin altındaki çimlere
serildik.
güneşi öyle bir ortam ve manzarada batırmanın insanı mest eden
keyfini hayatımda kaç kere daha yaşayabileceğimi düşündüm… her şey o kadar
güzeldi ki…
güneş battıktan sonra kuleye
çıktık, sadece 2.kata kadar izin vardı (9euro). asansörle hızlıca çıkıp, şehrin
tamamını akşam ışıklarıyla tepeden görebilmek müthişti.
ertesi gün, ne yazık ki “dün yediğin hurmalar…” atasözünü
kanıtlar nitelikte, şaraptan dolayı başımda korkunç bir ağrı vardı. oysa disneyland’a
gidecektik ve ne kadar erken gitsek o kadar iyiydi. arkadaş grubumuz önden
gitti. ben iki saat daha uyuyup biraz daha kendime gelince, hayatımdakisevgiliinsan’la ben de önce
bir metro sonra bir banliyö tren ile disneyland’a ulaştık (1 saat sürdü). walt
disney studios ve disneyland park diye iki ayrı bölüm var. biz disneyland park
için bilet aldık (65 euro- normalde 75 euro ama bizim metro kartımız olduğundan
10 euro indirim kazandık).
dev bir alana kurulmuş olan
disneyland park; fantasyland, discoveryland, advaentureland ve frontierland
olmak üzere 4 farklı eğlence biçimi olan bölümlere ayrılmış. yetişkinlerin bile
saatlerce zevk alarak dolaşıp eğlendiği bu masalsı dünyada çocukların nasıl bir
keyif aldığını tahmin bile edemeyiz sanırım.
açıkçası, son ana kadar gitsek mi
gitmesek mi diye çok düşündüğümüz bir yerdi disneyland. sonuçta paris’te son
gündü, ve görülecek çok fazla şey vardı, disneyland’a gitmek onlardan vazgeçmek
demekti. hatta geldikten sonra kapısında bile hala, dönsek mi diye
düşündüğümüzü hatırlıyorum. ama sonuç olarak kalabalık grupla çok eğlenceli
olacağına karar verip, zaten ömürde bir defa yapılacak şeylerden biri olduğuna
kanaat getirip öyle girdik. gerçekten de pişman olmadık, tüm günü orada
eğlenerek geçirdik.
ertesi sabah yine amsterdam’a
dönmek üzere erkenden yola çıktık.
***paris de yine on yıl önce ilk
defa ziyaret ettiğim şehirlerdendi. ve hayatımdakisevgiliinsanla yeniden gelmeyi çok arzu ediyordum. çok
şükür bu dileğim de gerçekleşti. ve artık avrupa’ya dair tek hayalim, nice ve
cannes’ı görmek. ama acelem yok, bakalım bu hayalim ne zaman gerçek olacak;)
bunlar da eski anıları yad
etmek üzere, 19 yaşımdan fotoğraflarım:
devam edecek....