2013 bitmeden yaşar kemal okumaya ahdım vardı (ne ayıp; utanıyorum söylemeye, yaşar kemal okumadan bu yaşa kadar nasıl geldin sen ezgi? ah ah, ne söylediler hem de ortaokulda, lisede; dinlemedik nedense...).
hatırlarsanız sahaf festivalinde "ince memed"'i almıştım. ve fakat araya leyla erbil girdi. sonra da tam "ince memed"e başlayacaktım ki, yky kültür'ün bir etkinliğinden haberdar oldum. dedim "önce tek kanatlı bir kuş'u okuyayım". derken salı akşamı oturup "tek kanatlı bir kuş"u okudum, çarşamba akşamı da nebil özgentürk'ten yaşar kemal'i ve -1970'lerde yazılan ama henüz basılan- son kitabını dinledim. çok güzeldi. kitabın güzel bir değerlendirmesini de şuradan okuyabilirsiniz.
şimdi, bu yıl bitmeden okumak istediğim kitaplarım; ince memed, kinyas ve kayra, gizli ajans ve ali ile ramazan.
elimde dağ dağ kitaplar mevcut olmasına rağmen, bir yandan da kitapçıları ziyaret etmeye devam ediyorum. son ziyaretimde dikkatimi çeken yeni çıkan kitaplar:
bir de, oldum bittim hastasıyım ben bu dünyaların... her kırtasiye gezişimde eller, döndürürüm.
çok sevdiğim arizona dream'de geçiyordu; kadın adama küçük bir dünya maketi hediye ediyordu ve ona şöyle diyordu:
"çünkü dünya senin olmalı"...
doğum günüm yaklaşırken hediye düşünenlere de benden jest olsun bu ;)
bu arada, dikkatimi çeken kitaplardan biri de "dokunma dersleri"ydi, ve fakat ben öykü sevmem. o nedenle de listeme almamıştım.
ancak, şimdi baktım da, yky kültür'ün bir sonraki etkinliği bu kitapla ilgili. bu bir işaret mi, ne dersiniz? ;)
öyle yoğun kutuplaşmaların yaşandığı bir dönemde ki bu coğrafya, biri çıkıp "kemalist", "ulusalcı" olarak itham edecek diye atatürk'ü anmaktan, takdir etmekten çekinir olduk.
ne kemalistim ne ulusalcıyım efendim;
ama, dönemine göre son derece ileri görüşlü olan ve bu toprakları içinde bulunduğu çöküşten çıkararak, her şeyden önce bağımsızlığını kazanmasına önderlik eden ve pek çok boyutuyla çok daha ileriye taşıyan mustafa kemal atatürk'ü her zaman saygıyla anıyorum.
ek olarak, "eleştirilemez" bulmuyorum elbette, ama konjonktürden bağımsız biçimde eleştirilmesini doğru bulmuyorum.
büyüdüğümü anladığım anlardan biri de, hafta sonları planımın olmayışına sevindiğimi fark ettiğim anlardır:)
2-3 yıl önce öyle miydi ya? aman allah'ım her hafta sonu için yoğunluk ötesi programlarım olurdu, hasbelkader yoksa da olmaması rahatsız ederdi, hemen bir plan yapmaya çalışırdım.
şimdilerdeyse "ohh bu cumartesi pazar hiçbir şey yok, geç uyanabilirim, saatlerce kahvaltı- gazete keyfi yapabilirim, akşam üstü canım isterse dışarı çıkarım sinemaya giderim" şeklinde düşünüyorum.
hele de böyle hafta sonu üstü 1,5 gün tatil olacaktı da ben onu hemen 4 güne bağlayıp, ne bileyim mudanya'ya, mürefte'ye, maşukiye'ye gitme planları yapmayacaktım! görülecek şey değildi:)
ama bu tatilde mesela hiiiç öyle olmadı. ben gayet "oooh dinlenmek için uzun zaman oldu" modunda dolanıyorum, bu durumdan çok da mutluyum:)
hayat yormuş sanırım beni biraz, ya da istanbul belki de... bir de gerçekten o "saldırırcasına yaşamak" arzusu yok sanki artık. aşk gibiydi belki istanbul başta, şimdi sevgiye dönüştü. böyle bir cümle sarf ettim, oysa klişeleri de hiç sevmezdim... gerçi klişe sevmemek de bir klişe artık... epimenides'in "tüm girirtliler yalancıdır" önermesi gibi bir şey...
belki de ölüm kaygım azalıyordur, zira, "saldırırcasına yaşam arzusu" ölüm korkusuna gönderme yapar bence...
velhasıl sakinleşiyorsam da büyüyorumdur belki de...
tabi, bu dönemde zamanın çoğu evde geçince "blue jasmin"i hala izleyememiş oldum, ona yanıyorum... bu haftaki filmlerden de black uyarlaması "benim dünyam"ı da izlemek istiyorum, bir de arada kalan'ıvebaşka söze gerek yok'u. bir yandan da istanbul'a başka sinema harikası geliyor, takip etmeli!
büyüdüğümü anladığım bir başka olay daha cereyan ediyor aslında bu ara hayatımda. kültürümüzde evliliğe atılacak ilk adımın toplum nezdinde göstergesi olan "isteme-yüzük takma" hadisesine giriyoruz.
korkmayın, minicik bir tören olacak, sonraki aşama da direkt nikah, allah'ın izniyle;)
ülke gündemine gelince;
bugün çok severek dinlediğim ahmet kaya'nın doğumgünü ve o bugün gecikmiş bir ödülün sahibi oldu. "birilerinin değerinin ölünce anlaşılması" da bir klişeydi değil mi yalnızvegüzelülkemde...
pek çoğumuz gibi pek çok şarkısı var pek çok sevdiğim... bana sorarsanız "pek çok" bitişik yazılmalıdır...
bugün için bunu seçtim:
"ne sen leylasın/ ne ben mecnun
kederli bir akşam/ içmişiz sarhoşuz hepsi bu..."
rock müzik üstadı lou reed ölmüş bir de, onu da analım:
leyla erbil, okumamış olduğum için hayıflandığım değerli türk yazarlardandı bir süredir.
nereden başlasam, neyi okusam kararsızlığını yaşarken, yakın zamanda oluşturduğumuz "okuma grubu"mda "kalan"ı okuma fikri çıkınca başlama noktamı bulmuş oldum.
bir haftada okudum kitabı, ama, aslında akıp giderdi bir gecede...
bense sindirerek, pek çok sayfanın defalarca üstünden geçerek okumayı tercih ettim. gerçek bir edebiyat hazzı yaşattı zira bana.
belki kimilerine karışık gelebilir ama bilinçakışı yöntemini çok seviyorum ben. çağrışımları severim... gündelik hayatımda da zihnimin bir yerden başlayıp bambaşka bir düşünceye atlamasını gülümseyerek karşılarım hep...
leyla erbil'in bu romanını 80 yaşındayken yazmış olması, ekstra etkileyici bence.
bu arada, ben çok beğendiği şeyleri pek iyi anlatamayanlardanım sanırım. ama sizi duygularıma tercüman olan iki anlatımla başbaşa bırakabilirim;)
'insan en çok sabahları arar sevdiği kadını' diyor birileri, katılıyorum o sabahlara öğleler kaba yaşanır, kalındır akşamüstleri ince hüzünlü çiçekler alınıp verilebilir sabahtır yalnızlık nasıl sabah nasıl yalnızlık ve şiirsel hiçbir yanı yok sayılır var mıdır, vardır vardır, ama çiçeklerle değil kendi başına zımpara taşı gibi acımasız. (...) 'her şeyden biraz kalır' diyor birileri, çoğulluk haklılıktır kavanozda biraz kahve kutuda biraz ekmek insanda biraz acı insanda biraz mutluluk. ama en geçerli söz 'insan en çok sabahları arar sevdiği kadını' türkiye'de ve dünyada.
geçtiğimiz hafta sonu, çok ayrıntılı olamasa da sahaf festivalini gezme fırsatım oldu.
aradığım, bulması güç olan pek çok kitap vardı aslında; ama, maalesef standlarda bulamadım onları. sanırım satma ihtimali yüksek kitaplardan ziyade, elden çıkarması güç olan kitapları getirmişlerdi ağırlıklı olarak...
ben de yaşar kemal- ince memed 1 ile leyla navaro- bir cadı masalı'nı alabildim sadece.
ince memed serisinin 4 kitabını da okumak hayalim vardı 2013 bitmeden ama; yıl dönmeden sadece ilkini okuyabilmiş olacağım gibi görünüyor...
sahaf festivalinde, daha önceden listeme almış olduğum bir cadı masalı'nı görünce hemen aldım. akıcı anlatım sayesinde hızlıca okudum kitabı. psikoloji alanında okuyan/ çalışanlar kadar, alan dışından olanların da keyifle okuyabileceğini düşündüğüm bir kitap.
naçizane tavsiye ederim;) günün şarkısı: loving strangers- russian red
çok sevdiğimiz, dinleye dinleye sıkılmadığımız, dönem dönem geri dönüp dinlediğimiz şarkılar, şarkıcılar, albümler vardır... ben de bu ara yine zuhal olcay'ın başucu şarkıları dönemimdeyim. iki albümü de pek başarılı bulmakla birlikte, ikincideki şarkıları çok daha fazla seviyorum. adım kadın, sana doğru, unutulur, pervane, sus duymasın, ben varım...
iki gündür de dilimde adım kadın yine.
"adem'in yediği elma/ hep benden mi sorulur
çünkü adım kadın/ kadınım hükmüm yoktur"
canımı fena halde yakıyor bu dizeler...
erkek egemen kültürün bunca baskın olduğu bir toplumda yaşıyor olmaktan nefret ediyorum!
çok çok ağır konular olan tecavüz, çocuk istismarı, töre cinayetleri, çocuk gelinlere girmeyeceğim. kentli, görece eğitimli ve ekonomik olarak fena durumda olmayan kendim ve kendim gibi kadınların dertlerinden dem vurmakla yetineceğim.
aslında hepimiz her gün tacize uğruyoruz!
metrobüste, sokakta, mahallede...
o kadar kanıksamış durumdayız ki, bu taciz elle ya da çok ağır bir sözle olmadıkça, görmezden, duymazdan gelip geçiyoruz resmen.
ve bu durum artık beni gerçekten çileden çıkarıyor.
geçenlerde bir akşam hayatımdakisevgiliinsan'la buluşmak üzere evden biraz erken çıkıp dolaşa dolaşa giderken rahatsız olup şöyle yazmıştım mesela:
bir kadın olarak alelade bir semtte alelade bir saatte, bir meydanda ya da parkta bir banka oturabilme özgürlüğümü istiyorum... çok şey mi!?
gerçekten, niye bu bu kadar zor?
en fenası da onunla buluştuğum an hiçbir adamın bana rahatsız edici bir biçimde davranamıyor oluşuydu. gerçekten kendimi öyle değersiz hissettim ki... sadece yanında bir adam varsa taciz edilmeyen ama yalnızken tacizi hak eden bir bireydim ben onların gözünde...
toplum olarak temel sıkıntımız "ahlak gelişimindeki güdüklüğümüz" bence.
ahlak, öyle "büyük adam"ların sandığı gibi herkesin bir an önce evlenip aile kurması ve muhafazakar bir hayat sürmesiyle olmuyor zira. herkes için iyi olanı istemekle oluyor mesela, adil olmakla, haksız kazanç sağlamamakla oluyor, insan ilişkileri ve toplumsal yaşam içerisinde saygıyı düstur edinmekle oluyor!
merak eden lütfen baksın kohlberg'e; ben çok kısa bir biçimde bahsedeceğim.
bence biz toplum olarak büyük oranda 1. düzeydeyiz maalesef. yani sadece ceza varsa kurala uyma, doğru olanı yapma eğilimindeyiz; aksi durumda işimize geldiği gibi davranmayı tercih ediyoruz. yani kuralları ve doğruları "içselleştirememiş" durumdayız.
hal böyle olunca, aslında sadece kadın olarak değil, herkes için yaşamak zor bu topraklarda... peki biz neden medenileşemiyoruz?pek çok defa yazdım, korna sesinin olmadığı şehirler var mesela!
ya da trafik kurallarının tıkır tıkır işlediği, ya da tramvayda sokakta bira içilmesinin aşırı karşılanmadığı ve asla da olay çıkmayan şehirler var! parklarda kızlı erkekli (!) sere serpe kitap okunabilen şehirler var... insanların ne desen patlamadığı, birbirine saygılı davrandığı, bir adam düştüğünde mesela bir kadının gidip kaldırabildiği "iyi misiniz?" diyebildiği...
hepimizin daha medeni, daha güvenli ve daha müreffeh yaşamlara ihtiyacı yok mu sizce de?