moonlight
oscar adayı filmleri, ödül töreni öncesinde izlemeyi, sonra tahminlerde bulunmayı, oldum bittim başaramadım. ancak ödül töreninden sonra, en öne çıkanları izlemeye çalışırım genelde.
bu yıl da öyle oldu. (sadece lion'u ve captain fantastic'i izleyebilmiştim.)
moonlight, la la land, jackie, manchester by the sea, the salesman izlemek istediklerimdi.
moonlight ile başladım.
güzel, sade bir film. filmlerde büyük prodüksiyon, bol aksiyon yerine duygu bekleyen biri olarak ben beğendim filmi.
*yazıyı yazarken, filmin yorumlarına bir bakayım dedim de, gördüm ki, yine kutuplaşılıvermiş.
allahım, ne kadar ustayız bu konuda.
bir yere göğe sığdıramayanlar bir de yerden yere vuranlar grubu oluşuveriyor ya her konuda; buna çok şaşıyorum ben...
bir de "zenci filmi", "gay filmi" söylemleri, ne kadar da ötekileştirmenin ortasında olduğumuzu gözler önüne seriveriyor korkunç biçimde.
"beyaz filmi" demiyoruz oysa, ya da "heteroseksüel filmi"... çoğunluk ezici ne de olsa...
yaşamaya değer (le herisson)
blu tv'de denk gelip izledim filmi. filmin tanıtımı şu şekilde:
paloma paris'te dış dünyanın hızlı temposundan uzak bir çevrede yaşayan 11 yaşında, oldukça zeki ve sıkkın bir kızdır. 12.yaş gününde intihar etmeye karar veren paloma, ölümle randevusunun yaklaşmasına yakın ketum ve yalnız apartman görevlisi renée michel ve gizemli olduğu kadar elegan mösyö kakuro ozu gibi değişik karakterlerle tanışır. böylece paloma karamsar hayatını gözden geçirme şansı bulacaktır...
filmin son sahnesinden bir replik:
"bir hayatın değerine nasıl karar verilir? paloma, umarım senin hayatın vaatlerini yerine getirir."
"işte böyle, birdenbire her şey duruyor.
ölmek bu mu?
sevdiklerinizi bir daha asla göremiyorsunuz, sizi sevenleri bir daha asla göremiyorsunuz.
ölmek buysa dedikleri kadar trajik bir şeymiş...
önemli olan ölmek değil, ölüm anında ne yaptığınızdır.
renee, siz ölüm anında ne yapıyordunuz?
sevmeye hazırdınız..."
kıyamet günü (lo imposible)
bu filmden bahsedilmişti bir ortamda, not etmiştim. blu tv'de görünce de izledim.
yönetmeni ispanyol, lakin, film tamamen amerikan havasında.
bu nedenle maalesef dokunaklı olamayan bir dram. hollywood'un klişe yapay diyalogları, iyilik teması ve mutlu sonu sizi de rahatsız ediyorsa filmi sevmekte benim gibi zorlanabilirsiniz...
gerçek bir hikayeden uyarlanması dikkatimi çekmişti, oysa başta...
başrollerdeki naomi watts da ewan mcgregor da gayet iyi; ancak, çocuklar, hele ki en büyüğü gerçekten çok başarılı.
*peki bu filmden sonra tayland/uzak doğu gezisi planlarını askıya alan bir tek ben değilim değil mi???
ah güzel istanbul
hep diyorum ya "fimde de kitapta da eksiğim çok" diye. sadri alışık filmlerini pek bilmem mesela. turist ömer'leri bile...
bir akşam oturup bu siyah beyaz filmi izledik. kültürel yozlaşmayı konu alan ve toplumsal mesajları olan bir kara komedi.
sadri alışık efsane, ayla algan'ın oyunculuğu ise pek başarılı gelmedi bana...ilk filmiymiş meğer.
the lobster (ıstakoz)
yönetmen yorgos lanthimos'u kynodontas filmi ile tanımıştım. izlediğim, şüphesiz, en enteresan en kendine özgü filmdi; hem hikayesi hem hikayeyi anlatım biçimi ile...
bu filminden de haberdar olur olmaz izledim.
yine son derece etkileyici ve rahatsız edici bir film. biraz jan svankmajer biraz lars von trier tadı var.
filmin müzikleri efsane!!!
konusunu ekşisözlükten alıntı yaparak özetleyelim:
iki taraflı distopya yaşatan film: çift olma baskısı yaratan ve doğal olarak birbirini kandırma aldatma üzerine kurulu ilişkileri zorunlu kılan bir toplum, diğeri de tek başına yaşamaya ve hayatta kalmaya zorlayan. bu ikisi arasında aşk galip geliyor gibi görünüyor ama filmin sonu yine de belirsiz...
satranç
geç kalınmış bir yazar stefan zweig. bu yaşıma kadar hiç okumamıştım. ama her şeyin bir zamanı vardı elbet... bu önemli yazar ile tanışmam da bu zamana kısmetmiş...
rehberlik servisi kütüphanemizde okumadığım 'önemli' kitap kalmasın istiyorum. o nedenle bir hafta sonu için satranç'ı ödünç aldım. oysa evde 5 yıl önce orta avrupa seyahatimden döner dönmez edindiğim amok koşucusu okunmadan duruyor hala... freud'un evinde mektuplarını görünce merak etmiştim yazarı...
velhasıl, nihayet, satranç'ı okuyabildim ve hayran oldum. çok keyif veren, akıp giden bir metin... insana dair tahliller çok yerinde.
siz benim gibi geç kalmayın ve hemen okuyun bence;)
sait faik'ten çocuklara hikayeler
bu yaşıma gelmiş, hiç sait faik okumamıştım. oysa, türk edebiyatının en iyi öykü yazarı olduğu söylenir...
ben öykü sevmem pek. belki, o nedenle bu vakte kalmıştır tanışmamız.
velhasıl, nihayet, rehberlik servisi kütüphanesine bir sait faik kitabı bağışlanınca, çocuklardan önce kendim okumak istedim.
hakikaten de denildiği kadar varmış.
çok sade bir dille ve akıcılıkla anlatıyor öykülerini yazar.
insanı, doğayı, hayvanları, dünyayı çok sevdiği herkes için adil bir dünya isteyen bir iyimser olduğu her halinden belli...
okumaya geç kaldığım bu önemli yazarımızın 20 öyküsünün yer aldığı kitabından birkaç alıntı paylaşmak isterim sizlerle:
“Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.”- son kuşlar
"Sinağrit Baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu muydu, tamamdı. Ama hiçbirini kurtarmıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit Baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun, bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemeyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresini koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman, bir hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek?"- sinağrit baba
"İlkbahar bir bayram, bir uyanış, bir mucize, bir çılgınlık, olamayacak gibi duran bir şeyin oluşu, ilkbahar şu, ilkbahar bu... Kuş, papatya, gelincik, çayır, çimen, ağaç, çiçek, mimoza, zakkum, su sesi, hindiba, Çingene, kuzu... Klasik ilkbaharların içinde hepsinin, hatta sülüğün bile yeri vardır. unuttuklarım da çoktur a, en mühimi nisan, mayıs güneşi."- bir ilkbahar hikayesi
"Tünelleri insanlar için yaptık. Yokuşlardan lahzada insinler, yokuşları ani vakitte çıksınlar diye. Tünelin kayışı, Tünele ilk defa bindiği zaman sevinen ve bu sevinci bile belli etmek istemeyen bir çocuk için yapılabilecek bir şey. Eğer bugün biz tünel kayışı yapamıyorsak, bunun en büyük sebebi Tünele ilk binen ve sevinen çocuğu sevmememizdendir, demeyeceğim. O zaman hem kendimi methetmiş olurum, hem de tünel kayışı yapabilecek bir iktidarda olduğum zehabı hasıl olur, müracaatlar vaki olur! Diyeceğim yalnız şu: Şu insanlara hiçbir şey çok değil. Edirnekapı'da bu akşam bir ana bir çocuğun Tünele nasıl bindiğini dinleyecek. Çocuk, "Kocaman gözlü adam bana baktı da, iyice sevinemedim," diyecek. Yabancılara gülemediği, beyaz dişlerini gösteremediği, duyduğu şeyleri, söyleyemediği şeyleri bu anaya söyleyecek, onlar da Tünele binmiş kadar sevinecekler."- tüneldeki çocuk
Sait Faik'i erken keşfetmiş olduğum için sevinirim.Sait Faik kesinlikle en iyi hikâye yazarıdır.Umarım daha birçok kitabını okursun.
YanıtlaSilNaçizane,bir film tavsiyesi: No Man's Land
Umarım izler ve beğenirsiniz.
Sevgiler. (:
Sevgili Semih,
YanıtlaSilYorumu hemen okumama rağmen cevaplamayı unutmuşum. Daha doğrusu cevapladığımı sanıyordum:)
Hatta filmi bile not almıştım listeme:) Filmi izlemek ve daha çok Sait Faik okumak istiyorum, umarım gerçekleştirebilirim.
Siz hakikaten ne şanslıymışsınız erkenden tanışmışsınız Sait Faik ile...
Stefan Zweig Satranç kitabını okumuştum ve çok beğenmiştim.
YanıtlaSilsevgili Gökhan TEKİN,
Silgerçekten etkileyici bir anlatıma sahip...