Pazartesi, Ağustos 30, 2010

gürültü ile başım dertte...


gürültüden ciddi anlamda rahatsız olan biriyim ben.

düşünme, algılama, karar verme becerilerimi ziyadesiyle sekteye uğratır bulunduğum ortamın gürültüsü.

farz-ı misal; televizyonun olduğu ortamlarda reklamlar başladığı an.

anında -artık refleksiv bir şekilde- sesi kısarım, kısmayan insana da şaşarım. zira, bence kısılmazsa, insan ne karşısındakini duyup anlayabilir ne de kendi kendine bir başka uğraşla meşgul olabilir.

bir başka örnek de, mağazalardaki insana kendini diskoda hissettiren yüksek müzik sesi.

alışveriş başlı başına zorlu ve yorucu iken (hadi müşteriyi geçtim, hele de çalışanlar için) işi daha da yorucu hale getirmek niye?

Büyüyorum ben. belki yaşlanıyorum...


Her şey bir anda olmadı.


Küçük bir leopar desenli toka ile başladı. Derken, kemerler, takılar...


İlk etapta aksesuar tarzım değişti yavaş yavaş.


Gümüş, altın rengi parıldayan ayakkabıları sevmeye, topuklular arasında seçimler yapabilmeye başladım sonra.


Sınırlarımı teker teker ihlal ettim.


Günden güne değişen giyim tarzımı şaşkınlıkla izliyorum şimdi.

sıkmadı mı?


İnsanların “ölümün apansızlığını, her an hepimizin başına gelebileceğini” ifade etmeye çalıştıklarında, “şimdi yolda giderken kafama saksı düşse” örneğini vermeleri.


Saksı düşmesiyle ölüm sürekli rastlanan birşeymiş, ölüm başka türlü aniden gelememezmiş gibi...


Kafasına saksı düşüp ölen birini duyan var mı bu arada?



Bir de, ülkemizin kozmopolitliğini, aynı sınırlarda pekçok halkın/ etnik kökenin kardeşçe yaşadığını söylemek isteyen herkesin “alevisi, kürdü, lazı, çerkezi, ermenisi...” girizgahını kullanması.


Bari sıralamayı değiştirsin biri de.