Çarşamba, Temmuz 28, 2010

tek başına


Bir Sevda

"Bir sevda çekerdi kalbim
Sessiz tek başına.
Varamaz dokunamazdı elim,
Umutsuz yarasına.
Biliyorum kavuşmak imkansız,
Anlıyorum yaşamalıyım sensiz,
Tek başına
Tek başına
Tek başına
Her gece hayalimde düşümde,
Her kadehin bitişinde.
Bir buruk bir gariptir içim,
Aklımdan her geçişinde."

Fikret Kızılıok

sezen aksu, bülent ortaçgil, fikret kızılok böyledir benim için.
yaklaşık on yıldır çok severim, dinlerim, ancak tamamlayamam.
tüm üretimlerini tanıyıp bildiğimi sanarım; ama yanılırım.
aniden bir şarkısını daha keşfedip, o şarkının müptelası oluveririm.




"uçakla seyahat benim için bitmiştir" (tesadüfler-2)


demiştim 4- 5 ay önce.

neden böyle bir cümle sarf ettiğimi merak edenler için anlatayım. olay şöyle gelişti:

mart ayında annem taşınıyordu ve o haftasonu kendisine yardım için izmir'e gelmiştim. pazar günü taşınıldı ve o gece orda kalındı. pazartesi akşam da dönücektim. ama bende bir rahatlık, bir çay daha içeyim havası.
(telaşlı bi yanım olmasına rağmen, bazen de şaşırtıcı derecede rahat bi tipe dönüşebiliyorum; işte bunu ben de hiç anlamıyorum.)
derken, ben kendimi -yine- izmir'den ayrılmaya hazır hissedip evden çıkancaya ve havaalanına ulaşıncaya kadar, check-in'i kaçırmış ve bu nedenle 30 dk sonra havalanacak olan uçağım orada dururken binememiştim. havaalanında ağlamış, bağırmış ve -söylerken utansam da- daha da ileri gidip valizimi tekmelemiştim! tahmin ettiğiniz gibi, hiçbiri bir işe yaramamıştı...

o günden sonra, birşeyler oldu bana. uçakla seyahati oldukça seven ben, resmen soğudum ve otobüsü tercih eder oldum. ve işte o zaman, başlıktaki cümle dökülüverdi dilimden.

hakikatten de, o sözün üzerine, 4 gidiş ve de 3 dönüş olmak üzere toplamda 7 defa istanbul-izmir ve izmir-istanbul yolu yapmama rağmen hiç uçak kullanmadım.

amma velakin, 3 gün sonra sözümü bozacağım; zira cumartesi sabah sarajevo'ya biletim var!



*bu kısmı yazıp yazmamakta kararsızım; zira, blogumu spiritüelleştirmek istemem. ama paylaşmak istiyorum:

aslında yukarıda anlattığım anı'mda ilginç bir yan daha var. pazar gecesi rüyamda uçağı kaçırdığımı görmüştüm.
ilk kez uyunan evde görülen rüyalar gerçek olur.

Pazartesi, Temmuz 26, 2010

müjde

...
kuşlar haber verdi bana kuşlar
gelecekte birşeyler olacak
gün dilediğimiz gibi doğar
insan yüzümüz güler olacak
...


cahit sıtkı tarancı

Cumartesi, Temmuz 24, 2010

izmir'deyseniz, aylardan temmuzsa, denize girmiyorsanız...


hala denize girmedim ben. hiçbir yaz böyle olmamıştı. 13 mayıs'ta, ablamın doğumgününde, açardık genelde sezonu. garip bi şekilde, nasıl derler, "nasip olmadı" resmen bu yaz. hep bişiler bişiler çıktı, engel oldu. 2 haftadır da şu 20'lik diş hadisesi..

sanırım bu yaz, deniz sezonunu adriyatik'te açacağım bu gidişle.

fena da olmaz hani.

Salı, Temmuz 20, 2010

alamut sonrası semerkant




semerkant da, okumaktan keyif aldığım bir yazar olan amin maalouf'un uzun zamandır okumak istediğim kitaplarından biriydi. "okumaktan keyif aldığım" demekle birlikte; yalnızca, doğunun limanları ile ölümcül kimlikler'i okumuştum aslında. yazarın ilk romanı olan afrikalı leo mesela, çokistememerağmenhalaokuyamadıklarımdan'dır. gün itibariyle yazarın üç kitabını okumuş biri olarak, gerçekten keyifle okunan bir yazar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. yanı sıra, anadolu'da ve yakınımızdaki coğrafyalarda, uzak ya da yakın geçmiş zamanda geçen hikayeler anlatıyor olması da oldukça ilgi çekici.

alamut'tan sonra, nicedir ertelenip duran semerkant'ın da artık zamanın gelip geçmekte olduğu kanısına varıp okudum nihayet. yanıltmış olmayayım; kitap hasan sabbah'tan çok hayyam'ın hikayesi. hayyam'la beraber, ebu tahir'in, cihan'ın, nasır han'ın, nizamülmülk'ün, melikşah'ın, terken hatun'un, benjamin omar lesage'ın, şirin'in... hayyam'ı anlayanların ve anlamayanların, onun düşmanları ve tutkunlarının...

hayyam'dan bir rubai ile bitirmek yaraşır şimdi:

biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz

kuklacı felek usta, kuklalar da biz

oyuna çıkıyoruz birer ikişer

bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz

Salı, Temmuz 13, 2010

izmir


"güzelyalı'dan bir okaliptüs

vurulmuş karşıyaka'dan bir palmiyeye.

gelgelelim arada koca o deniz...

ah palmiye, ah okaliptüs."

"sevgi neydi? sevgi; iyilikti, emekti."


"yazık. yaşanmış sayacaklar aşksız, şarapsız geçmiş bir ömrü" cümlesi var aklımda. epey önce karşılaşmıştım, bir kitapta mı gazetede mi dergide mi, hatırlamıyorum nerede. sevmiştim, onaylamıştım.

bir benzeri de benim dilimden dökülüverdi bir sohbet sırasında:

"yazık. sevmek sanıyorlar birbirlerini kısıtlamayı."

yalnız, kadın-erkek arası ikili ilişkilerde değil, her nevi insan ilişkisinde bağımsızlığın, bireyselliğin gerekliliğine inanıyorum ben. sitem, alınganlık gibi davranış kalıplarına da şaşıyorum.

burada bahsetmek istediğim ise kadın- erkek ilişkilerine dair bir gözlemim. daha iyi tanıdığıma inandığım için ve beni daha çok ilgilendirdiği için "kadın" yönünden bahsedicem bu gözlemimim:

kadınlar -bilhassa da genç olanlar-, yaşadıkları ilişkide, karşı tarafın kendilerini önemseme derecesini, karşı tarafın kendilerini kısıtlama (hayatlarına müdahale etme) yoğunluğuna göre kestirme eğilimine sahipler. "aa, benimki valla izin vermez" derken gözleri gururla parlıyor, kendilerini sahiplenilmiş hissediyorlar belki, hoşlarına gidiyor.

daha da tehlikelisi, bunun doğru olduğuna öyle inanmışlar ki, onlarınki gibi olmayan ilişkilere şüpheyle yaklaşıyorlar. "eee, sevgilin ne dedi peki, ee nasıl izin verdi ki" benzeri sorgulayıcı sorularla çıkıyorlar karşınıza. sanıyorlar ki, adam sizinle "ciddi değil". (o da ne demekse?). belki acıyorlar bile size...

murathan mungan- bir 2005 kitabı- 50 parça

ilkin şiirleriyle, şarkı sözleriyle tanıştım murathan mungan'ın. oldukça derin, duyarlı idi; bu çağdan değilmiş gibi.


sonra kitaplarını okumaya başladım. sırasıyla; omayra, meskalin, elli parça, son istanbul, çador, üç aynalı kırk oda, kadından kentler, lal masallar.


dili ve kelimeleri çok iyi kullanmasının yanısıra, -çok genç yaşında yazdıklarında bile- sahip olduğu birikim beni kendine hayran etti. yaratıcı ve ziyadesiyle üretken. her birini okumak istediğim, basılı öyle çok eseri var ki...


50 parça, ayrı bir özel benim için. neredeyse her sayfasını altını çize çize okuduğumu hatırlıyorum. hayata ve insanlara dair gözlemlerinin inceliğine şaşarak...


çok sevdiğim bir bölümü paylaşmak isterim:


"yalnızlığını seven ve onu iyi kullanan bir hayvandır kedi. yalnızlık bilgisine sahiptir çünkü. dikkat ettiyseniz, bir bahçede, bir avluda, herhangi bir mekanda, bir arada bile olsalar, sanki bir yönetmen, onları özel olarak yerleştirmişçesine, dağınık bir biçimde ayrı ayrı dururlar. her birinin kendine ait bir köşesi vardır.

bir kedinin uykusunu teslim etmesiyse çok güçtür.
...
uykumuzu çok küçükken teslim ederiz büyüklerimize. sonra büyürüz. büyüdükçe korkularımız da büyür. tedirgin uykularımız çoğalır. günün birinde aşık olmuşsak, yeniden bir çocuk kadar kayıtsız bırakırız kendimizi bir başkasıyla aynı uykuya...
...

uykumuzu, bedenimizden daha zor teslim ederiz bir başkasına.

uyku, güvendir, şefkattir, aşktır..."

Pazartesi, Temmuz 12, 2010

ben bu yaz bronzlaşmak/ kendimle uzlaşmak/ bol bol okumak istiyorum

böyle değildi eskiden. okurdum. yıllar içerisinde ilgilendiğim başka başka şeyler çıktı, okuyamaz oldum. okumaktan hala çok keyif almakla beraber, okumak için kendimi mütemadiyen güdülemem gerekiyor artık.
girilen yıl için, yaz mevsimi için ya da eylül ayıyla birlikte listeler, planlar yapanlardanım ben de. kendine kurallar koyanlardan...
bu yaz için de "20 kitap" hedefi koydum kendime. dedim sonra "hepi topu 2 ay zati , 3 günde 1 kitap eder, zor biraz, o zaman 15 olsun hedefim". kararımı onaylayıp başladım okumaya.

okurken de bir karar aldım sonra; okuduğum kitapları blogumda paylaşıcaktım! böylece biraz daha sorumluluk duyacaktım hedefime ulaşmak için.
bu dahiyane (!) kararımı da uygulamaya koyuyorum hemen:



wladimir bartol'dan alamut'u okudum önce. hepmerakettiklerimden'di. sanırım popülermiş de bu ara, bir televizyon dizisi karakteri olan "dayı" mı ne bahsetmiş çünkü. güzeldi, akıcıydı ve bunun yanısıra bilgilendirdi beni. (keyifle okurken bir yandan da öğretici olması kitaplarda sevdiğim bir özelliktir.)


dün gece de aylak adam'ı bitirdim yusuf atılgan'dan. okumayı çok istememe rağmen, 3-5 ay içinde 3-5 defa başlayıp 20 sayfa sonrasında bir şekilde devam edemediğim bir kitaptı. ancak, bu başlayışımda süratle ve keyifle okuyuverdim. (belki de şu an içinde bulunduğum konuma yakın olduğundandır. zira, öğrenci misali, 2 ay tatildeyim.)

sipariş ettiğim 9 kitabım da geldi bugün. durmak yok, okumaya devam.




Perşembe, Temmuz 08, 2010

kediseverim ben, alakası olmasa da


hani, yere hırka, şal, atkı vs. düştüğünde çok seri ve hatta fevri bir hareketle alma eğilimi var ya insanda; bunu komik ve gereksiz buluyorum. yerde durduğu her saniye kirlenmeye devam etmiyor ki düşen eşya.

bir de şu var; girilen mağazada, kabinden çıkan alışverişeyalnızgelmişbayan'ın, denediği kıyafetle ilgili yorumunuzu sorması. anitibariyleilkkezgördüğübiri'nin fikrini gerçekten önemser mi insan?

peki şuna ne demeli; klip olsun, şarkı olsun, yazı olsun vs. iki ürün birbirine benziyorsa, daha geç ortaya çıkana "çalıntı" demek. insanlar aynı ya da farklı zamanlarda, benzer ve hatta aynı şeyleri düşünebilir, üretebilir. esinlenme de olasıdır tabi. zira tüm üretimler, yaratımlar çağrışımlarla zuhur eder bence. ama "çalmak"tan çok farklı birşeydir bu.

işte bu kadar.

Salı, Temmuz 06, 2010

çocuklar


çocukları seviyorum.

(ille benim de bir tane olsun ister miyim bilmiyorum, ona büyüyünce karar vericem.)

onları izlemek, onlarla oynamak, onları öpmek mutlu ediyor beni.

ama sanırım -gelişim ve gelişim psikolojisi üzerine o kadar okumama rağmen- anlamıyorum onları. çok daha fazla anlamak isterdim, anladığımı hissetmelerini, onları tanımayı...

çok farklı bir algılayış biçimleri, dünyaları var ve ben sanırım oraya giremiyorum.

bir de dil gelişim evrelerini çok hoş buluyorum. (bir dili öğrenmek her zaman çok hoş ve keyifli gelmiştir bana) o evrelerden birinde "eksik kurallaştırma" mı ne vardı, (bahsedeceğim o olmayabilir de) onun örnekleriyle karşılaşıyorum bazen, gülümsüyorum:

duvar çatlağını gösterip heyecanla "baba baba duvar yırtılmş!"

yolda ani esen rüzgar karşısında "anne rüzgar yağıyor!"

benim bir gözlemim var

özel sektörde ve dolayısıyla yoğun çalışanlar kamu çalışanlarından pek hazzetmezken, kamu çalışanları da kendi aralarında öğretmenlerden pek hoşlanmazlar (tatilleri çok diye) ve nihayet öğretmenler de okulda çalışan psikolojik danışmanları (milli eğitim bakanlığının verdiği -çok da anlamlı olmayan- ünvanla "rehber öğretmen"leri) pek çekemezler.

alışveriş maceralarım- chapter:1


alışverişteydim geçenlerde. pek keyifli değildi. zorunlu alışverişi sevmiyorum, yani gerçekten ihtiyacın olan eşyaları almak için gezmeyi. stresli oluyorum. hani kışın mont, çizme almaya ihtiyacın olur; yazın da bikini, plaj çantası, terlik, şapka vs., ama karşına çıkmaz istediğin gibisi.

hele bikini almak... her yaz ertelemeye çalışırım ama tabi bir yere kadar, eninde sonunda almak gerekiyor birgün. bikini bakmak, bulmak, beğenmekten daha zor aktiviteler de vardır elbet ama bu da az zor değil hani, hatırı sayılır bir zorluğu var.

bir de ayakkabı hadisesi var ki, o da beni çileden çıkarır. çılgınlarca çeşit olmasına rağmen ve çoğunun da oldukça güzel yanları bulunmasına rağmen, her birinin bir kusuru oluyor bence. hadi ona razıyım da, ayak numaram 35 benim. ve girdiğim mağazaların %97sinde ayakkabılar 36'dan başlıyor. ve bu gerçekten çok saçma! bu sorunu yaşayan tek kişi olmadığımı biliyorum. artık agaxy gibi çocuk mağazalarından ayakkabı almak istemiyorum; zira 24 yaşındayım.


ve son olarak;

alışveriş konusunda deneyimlerime dayanarak "murphy kanunları"na eklemeler yapmak isterim izninizle:

1. karşınıza sürekli kaçırılmayacak fırsatlar çıkıyorsa ya paranız yoktur ya zamanınız ya da ihtiyacınız. paranız, zamanınız ve ihtiyacınız varsa, karşınıza beğeneceğiniz birşeylerin çıkma olasılığı düşüktür.

2. girilen mağazadaki görevliler tek başınıza takılıp özgür olmak istediğinizde dibinizden ayrılmazlarken, ilgilenmelerine ihtiyaç duyduğunuzda sizinle asla ilgilenmezler.


annem ilginç bir karakter, vesselam.


gecekuşu, televizyon çocuğu'ndan bu yana okan bayülgen'in yaptığı tüm programları hiç kaçırmadan takip eden bir annem var benim.

ayrıca kendisi birol ünel ve fatih akın hayranı.

bir de filme başlar başlamaz filmin içine girebilme ve hatta sonunu kestirebilme yeteneği var.

bir de şu var:

10-15 yıl önceydi. aliağa'da yaşarkendi. ablam, annem ve ben bir yaz sabahı yürüyüşe çıkmıştık sahile. biraz ilerledikten sonra, denize düşmüş ve yüksek duvar (duvar da değil de, ne denir ona, deniz kenarına koruma amaçlı yapılan yükselti) nedeniyle kurtulamayan, çırpınan bir sokak köpeği gördük. "ah yazık, kıyamam" gibi doğal tepkilerden sonra, ablam ve ben, yolumuza devam etmek üzere adım atınca fark ettik ki annem köpeği bırakıp gidemeyecek. öylece bakıyor köpeğe, içi el vermiyor bırakıp gitmeye. bir anda kafasında lamba yandı sonra. beline bağladığı hırkasını çıkarıp denize savurdu ve köpeğin ona tutunmasını sağlayıp köpeği karaya çekti! köpek kurtulmuştu. hoplayıp zıplayarak, yol boyu bize eşlik ederek teşekkür etti. ablam ve ben ise hayret içindeydik, annemizin yeni bir yönüyle tanışmıştık o gün, annemiz bir kahramandı.