Salı, Ekim 07, 2014

sapanca&bolu'dan iyi bayramlar:)

ailemizden uzakta yaşadığımız için bayram demek izmir'e gidip, ailemizle görüşmek demek bizim için. ama bu sefer, normal bir hafta sonundan sadece iki gün fazlası olan bayram için istanbul'dan çıkış, istanbul'a giriş trafiğini gözümüz almadı. bu bayram bir değişiklik yaptık.
benim annem ve ablam geldi geçen hafta, onlarla bir güzel istanbul'u gezdik. sonra onlar döndü, bayramda da eşimin ailesi geldi. onlarla da biraz istanbul'u gezdikten sonra, civardaki güzellikleri görmeye karar verdik. çok da iyi etmişiz. gerek hava durumu gerekse de trafik açısından çok şanslıydık ve çok güzel iki gün geçirdik. uzun zamandır görmek istediğim yerleri gördüğüm ve defterimde tikler atabilmiş olduğum için de ayrıca mutlu oldum ben:)

pazar sabahı çıktık yola. ilk önce sapanca'ya uğradık. sapanca, sakarya ilinin gölü ile ünlü ilçesi. yıllardır görmek istediğim ve istanbul'a sadece 160 kilometre mesafede olan sapanca'ya bayramın verdiği trafik rahatlığıyla 2 saatte ulaştık.



göl kenarında gerek özel gerekse de belediyenin işletmeleri mevcut. oturup bir çay/ kahve içmek gerçekten huzur verici. biz göl kenarında bir yürüyüş yaptıktan sonra bir çay molası verdik. sonrasında görülecek yeni yerler için oradan ayrıldık. 


ama, istanbul'un gürültü ve karmaşasından uzaklaşmak ve rahatlamak için, eşofmanlarımızı giyip göl çevresinde bir tam günü sadece yürüyüş yaparak, deniz bisikletine binerek, kitap okuyup, kahve içerek geçirmek üzere ileride bir kez daha gelmeyi de not ettik...

bolu yönünde devam ettik yolumuza. karacasu mevkiinde bulunan ve aladağlar'ın eteklerindeki, denizden 1000 m yükseklikteki gölcük'e geldik. otomobil ile girişin 10 tl olduğu büyük ve çok güzel bir tabiat parkı gölcük


öncelikle çok geniş. sanırım büyük şehir insanlarının en çok özlem duydukları şey, "mahrem alan." kimseye değmeden, çarpmadan ve hatta bazen kimseyi görmeden yaşayabilmek. özgürce...
büyük şehirlerde çok insan var ve kaynaklar bu kadar çok kişiye yetmiyor, bu nedenle hep yarış, koşturmaca... oysa bu tabiat parkı öyle büyük ki, bayram kalabalığına rağmen piknik alanları, yürüyüş parkurları tenha... 




parkın içerisinde, getirdiğiniz yiyeceklerinizi yiyebileceğiniz ahşap masaların yanı sıra parkın içerisinde kır gazinosu da mevcut. 
aslında yapay bir gölet gölcük. ve fakat çevresindeki yoğun göknar, kayın ve gürgen ağaçlarının arasında doğalmış gibi güzel. "her mevsim ayrı güzel" diyorlar ama, bana kalırsa tam mevsimiydi. sararan, kızaran, dökülen yapraklar ile hala yemyeşil kalanlar adeta bir renk cümbüşü oluşturmuşlardı. 

(misafirhane) 


(monet resimlerinden sonra gerçeği ile tanıştım nilüferlerin)

güneşi bu güzel doğanın içinde batırdıktan sonra, karacasu'ya inerek otelimize yerleştik. 


bayram nedeniyle oteller çok dolu olduğundan, biz ancak bolu yıldız otel'de yer bulabildik. tam pansiyonun 70 lira olduğu oteli fiyat/performans açısından yeterli buldum ben.



bolu deyince akla gelen ilk şeylerden biri de termal tesisler, kaplıcalar elbette; ancak biz onu da bir başka sefere erteledik. ve akşam yemeğinden sonra odamızda ailece mandıra filozofu izledik:)
insan hem gün boyu bunca doğa ve kasaba görünce, üstüne de modernite sorgulamalı film izleyince kendine sormadan edemiyor tabi:

"neden istanbul?"
sahi koca ülkenin 5te 1i, bir şehire doluşmuş ne yapıyoruz biz? neden bunca hıncahınç, üst üste bir yaşamı tercih ediyoruz?

bu sorgulamalarla uyuyup uyandıktan sonra otelimizde kahvaltımızı yapıp ayrıldık ve abant' a çevirdik direksiyonumuzu. 


abant tabiat parkı 1300 m yükseklikteki krater gölünü çevreleyen  çam, köknar, kayın, meşe, kestane, gürgen, kavak, yabanıl meyve ağaçlarını barındıran zengin bir bitki örtüsüne sahip ormanlardan oluşuyor. giriş araçla yine 10 tl. gölün çevresi araçlarla da turlanabiliyor, bisikletle de, yürüyerek de. parkın içinde ata binme parkurları, bisiklet ve yürüyüş yolları, piknik alanları, konaklama tesisleri, çadırlı kamp ve günübirlik kullanım alanları ve yaylalar mevcut. parkın girişinde "ziyaretçi tanıtım merkezi" ve "doğa müzesi" hizmeti var. 


biz bol bol yürüyüş yapıp oksijen depoladıktan sonra ormanın derinliklerine doğru keşfe çıktık.








gezintimizi yaptıktan sonra, yeni yerler görmek üzere buradan da ayrıldık. 


bu sefer istikamet düzce'ye bağlı gölyaka beldesi idi. bir dağ köyü olan güzeldere'ye ulaşmak ve türkiye'nin sayılı şelalelerinden birini görmekti niyetimiz. 16 km lik asfalt yol zaman zaman zorlu ve dar olabiliyor; ama bir o kadar da doğal, her iki taraf fındık ağaçları ile çevrili. zaten ilçenin genelinde de gerçek bir karadeniz havası hissediliyor. yolun bitiminde köyün sonunda güzeldere tabiat parkı'na ulaştığımızda (giriş otomobille 8 tl) kendimizi bir film setinde hissettik. gerçek bir doğa harikasıyla karşı karşıyaydık. bir yayla, çevresi vahşi ağaçlarla çevrili ve inceden su sesi geliyor. merdivenlerle biraz aşağı inince şelale ile karşılaştık ve büyülendik!




bir defa daha anladım ki "hiçbir şeye ihtiyacımız yok, tüm güzellikler ve her şey doğada var! ve biz medeniyet kurmaya çalıştıkça sadece zarar veriyoruz doğaya ve kendimize!"

hava kararmaya başladığında yoldan endişe edip, gölyaka'ya indik ve "madem karadeniz'deyiz" diyerek coşkun lokantası'nda enfes pide yedik.
ne yazık ki her güzel şey gibi, bu mini tatilin de sonu gelmişti. bu sefer direksiyonlar istanbul'a çevrildi ve doğadan uzak hayatımıza dönüldü...