Pazar, Şubat 28, 2016

çay, sınıfsız bir içecektir.

doğumum ve çocukluğum çayın radyasyonlu olduğu yıllara tekabül ettiğinden hiç çay içirmemiş annem babam bana. "çocuklar çay (ve tabi kahve de) içmez" diye öğretildim, öyle bildim uzun süre. biraz büyüyünce de hiç isteğim olmamıştı çaya karşı. 
ilk çayımı artık insanların şaşırmalarına dayanamadığımdan lisede içtim. şekersiz ve açık. hala da öyle içerim...
sonra üniversite yılları geldi. derse girmeden, ders aralarında ege üniversitesi kantinlerinde, ders çıkışı küçük parkta çay içmeden edemez oldum 4 yılda.
sonra iş yaşamı başladı. mesai çaysız geçemezdi elbette.
böyle böyle, en sonunda gün boyu çaysız duramayan, akşamları da evde çay içmeden dinlenemeyen klasik türk insanına evrildim yıllar içinde:)


yakın zamanda bir yazıya rastladım çay ile ilgili. çok hoşuma gitti. sizlerle de paylaşmak istedim:

"Çay üç özelliğinden dolayı kutsal bir sıvıdır. 
Birincisi; sınıfsız bir içecektir, ayakkabı boyacıları ile ceo’ların ortak içeceğidir. Sınıfsal kaynaşma sağlar. Her statüden insanın tükettiği bir sıvı olup, içecekte eşitlenmenin sembolüdür aynı zamanda. 
İkinci olarak zamansızdır; sabah kahvaltısında, öğlen yemeği sonrasında, akşam üzeri, yatmadan önce yani günün her saati içilebilen tek içecektir. 
Üçüncüsü; Muhabbetin demini aldırır. Çay olmadan yapılan sohbetlerin hiçbir tadının olmadığı malumunuzdur.
Çay; yoksulların, şairlerin ve yalnızların resmi içeceğidir. Ona öyle alelade bir içecek muamelesi yapamayız. Ona sıradan bir içecek gibi davranamayız. Yok ben çay sevmem, çayla aram iyi değildir gibi hezeyanlar delikanlı bireylere yakışmaz. Çay içmeyen adamı anlamak zordur. Eğer bir rahatsızlığı yoksa, ki çay sıhhat verir, kişinin niye çay sevmediği bizim için ciddi bir sorun olarak masada duracak ve dostluğumuzu sorgulatacaktır. Zamansız-mekansız-sınıfsız bir içecek olarak çaya karşı yapılan bu haksızlık ve sevgisizlik bizi yaralar. Çay içmeyen adam şüphelidir. Ona güvenemeyiz. Çünkü ince belli bardakta tüten nefis dumanıyla, karanfil kokulu sıcak ve demli bir çayı yudumlamamış insan, Anadolu’yu, bozkırları ve kırılgan yağmurlarımızı tatmamış demektir, kırkikindilerle yıkanmamış, gökyüzünü tanımamış demektir. Çay içmemenin hiçbir mantıklı izahı olamaz. Çay içmeyen adama güvenemeyiz çünkü buralardan ve bu toprakların kadim içecek kültüründen fersah fersah uzaklaşmış bir adam bizi tedirgin eder. 

Çay; yoksulların, şairlerin ve yalnızların resmi içeceğidir. Ona öyle alelade bir içecek muamelesi yapamayız. Ona sıradan bir içecek gibi davranamayız."

dünya/ soluk mavi nokta


sizin de şu koca evrende kendinizi bazen bir toz tanesi kadar küçük hissettiğiniz oluyor mu?

Perşembe, Şubat 25, 2016

duyguları rahatlıkla ve uygun dille ifade edebilmek ya da edememek

eğer sıklıkla blog yazıyorsam, anlayın ki, iş ya da hayatla ilgili yerine getirmem gereken sorumlulukların yığıldığı bir dönemdeyimdir. 
tezat gibi duyulduğunu biliyorum. ama, galiba, insan 30'unda da olsa çocuk gibi kaçıyor sorumluluktan. 
benzer şekilde, en çok kitap okuduğum dönemlerin de, öss gibi büyük sınavlara hazırlandığım dönemlere ya da vize, final dönemleri gibi kritik zamanlara tekabül etmesi tesadüf değildir. 
istenmeyen sorumluluğu ertelemek için kaçış oyununun ürünüdür. 

velhasıl, yine zaman bakımından sıkışmış hissettiğim bir zaman dilimindeyim. iş yapmak için bilgisayar başına her geçişimde oyalanıyorum. kah geçmiş fotoğraflarıma bakarak kah evrak klasörlerini düzenleyerek kah da taslak yazılarımı okuyarak...

bu anlardan birinde, sonra ayrıntılı yazmak üzere taslaklara kaydettiğim bir konu dikkatimi çekti ve paylaşmak istedim sizlerle.

bir buçuk yıl önce gazetede okuduğum ve çok etkilendiğim bir haber.
ingiltere'de 9 yaşında bir kızın eşcinsel öğretmenine yazdığı mektup...


biz de böyle şeyler mümkün değil diye hayıflanıyorum. 
mesele sadece eşcinselliğe bakış da değil esasen. bir başka konuda olsaydı da mümkün olur muydu böyle güzel duygu ifadesi? 
bu konuda çok beceriksiziz zira...

daha önce de yazmıştım educating peter yazımda. o çocukların peter'ı kabulü ve onunla ilgili duygularını ifade edişlerindeki ustalıkları acayip etkilemişti beni!


gerçi, belki yetişkin olma sürecinde kaybediyoruz doğal duygu ifade etme becerimizi, çocuklukta mümkündür belki...
ne dersiniz?

fark etmeden senin olmuşum


"vazgeçip uzaktan 
senin yanında
kendime cevapsız soru sormuşum
kaybolup giderken fırtınalarda
gönlümce bir ıssız  ada bulmuşum
fark etmeden fark etmeden
fark etmeden senin olmuşum..."

Çarşamba, Şubat 24, 2016

2016 şubat ayı filmler (1)

iftarlık gazoz:


yüksel aksu'nun daha önceki iki filminde aldığım ve çok sevdiğim tat bu filminde de mevcuttu. 
çağan ırmak'ın filmlerinin bir kısmında (örneğin; babam ve oğlum, dedemin insanları, unutursam fısılda) da olan tattan bahsediyorum. affedin çok klişe olacak, ama, deriz ya "bizden" diye, işte o tat. çocukluk dönemlerimizi, ve bazen de anne babamızdan dinlediğimiz daha eski dönemleri anlatan ve öyle varlıklı aileleri değil de bizim gibi aileleri konu alan filmler. 
bir de benim (ve sanıyorum hemşehrilerim) için, istanbul'da değil de ege'de geçiyorsa tadından yenmiyor artık o film. ve evet, sıkılmıyorum defalarca benzer hikayeleri, benzer dönemleri izlesem...
bu film özelinde ise, her şeyden önce çok başarılı oyunculuk sergileyen cem yılmaz'ın ve berat efe parlar'ın (ki ne zordur çocuk oyuncunun başarıyla götürmesi filmi) hakkını teslim etmek gerekir diye düşünüyorum.
onlar dışında da oyunculuklar, görüntüler, filmin kurgusu, akışı gayet başarılıydı.
benim gönlümü çelen bir diğer şey ise, filmin yakın zamanda izlediğim sarmaşık filminin de açılış müziği olan ve beni derinden etkileyen deniz üstü köpürür türküsü ile açılması oldu. bir ula türküsüymüş meğersem...

Pazar, Şubat 21, 2016

kitaplarım kime kalacak

"insan öleceğini bile bile nasıl yaşar?"

diye sorar büyük şair nazım, yanılmıyorsam, "memleketimden insan manzaraları"nda...

"ya çıldırır ya öleceğini unutur"

diye cevaplar sorusunu...

başka türlü yaşanmaz sanırım. öleceğimizi unutmadan yani...
bazen de aklımıza düşer ama...
düşünürüz ölümümüzü...
benim de aklıma bir soru takıldı birden:
kitaplarım kime kalacaktı?
altlarını çize çize okuduğum, çok sevdiğim, her biri benden izler taşıyan...
kimin olmalıydı kitaplarım benden sonra?

Pazar, Şubat 07, 2016

ağlama gönlüm- nazan öncel

beni tanıyanlar iyi bilir; yıllardır çok severek dinlerim nazan öncel'i.
çoğu şarkısını bildiğimi sanıyor(d)um.
bugün tesadüfen bir şarkısından haberdar oldum.
hem de iyi bildiğimi sandığım göç (1995) albümünden. hatta bu albümünün kasedi evimizde vardı diye hatırlıyorum.
velhasıl, "ne çok güzel şeyden haberdar olmadan yaşıyoruz"u idrak ettim ben bugün bir defa daha...
keyifli dinlemeler efenim.




Pazartesi, Şubat 01, 2016

2016- ocak ayı filmler (6)

ocak ayı verimli geçen, dolu dolu yaşanmaya çalışılan aylardandır. motive olunur, yeni başlangıçlar arzulanır.
bizde de öyle oldu. malum istanbul da buz gibiydi, çok dışarı çıkıp gezme havaları yoktu. evde oturup film izlemeye çalıştık bolca.

the imitation game
yılın ilk filmi 2015'in oscar'a aday olan ve en iyi uyarlama senaryo ödülü alan the imitation game oldu. 1936 yılında geliştirdiği teorik bir makineyle bir bant üzerindeki sembolleri okuyup yazabilecek, programlanabilir bir bilgisayar fikrini ortaya atan ve 2. dünya savaşı’nda nazilerin enigma kodunu kırarak savaşın uzamasının ve milyonlarca insanın daha ölmesinin önüne geçen alan turing'in hayatını anlatıyor film. yazık ki, alan turing'i ilk defa bu filmle tanıdım ben. kimbilir, insanlığa faydası olan ve minnet borçlu olduğumuz; ama, tanıyamadığımız kimler kimler gelip geçmiştir dünyadan diye düşünmeden edemiyor insan. genç yaşında acı bir şekilde sonlanan yaşamının hikayesi de şöyle; 1952 yılında eşcinselliği öğrenildiğinde kendisine iki seçenek sunuldu: demir parmaklıklar arkasına hapsedilmek ya da kimyasal iğdiş. turing, ikincisini seçse de 1954 yılında siyanüre daldırılmış bir elma yiyerek hayatına son verdi. ne kadar acı, öyle değil mi...




a serious man
uzun zamandır aklımda olan coen kardeşlerin 2009 yapımı bu filmleri için "ciddi olmaya çalışan ama olmayan bir adamı hikayesi" deniliyor. 
talihsiz bir adamın hikayesi gibi geldi bana daha çok. yaşamının kontrolünü elinde tutmaya çalışan ama beceremeyen bir adamın hikayesi. toparlamaya çalıştıkça daha da dağılan bir yaşam.
belki de biraz akışına bırakmak gerektiğini düşündürttü bana...
keyifle izledim.


short term 12
duyduğum bir film değildi. annem bizdeydi, eşim annemin de sevebileceği sakin bir film diye bu filmi koydu. meğer imdb puanı 8 olan bol ödüllü ve önemli bir filmmiş.
“iyi şeyler yapmaya yolun ortasındaki taşı kenara atmayla başlayabilirsin. zor şey değildir insan olmak.” diye başlayan filmdir.
trajik bir hikaye, öyle kendini yırtmadan, canhıraş paralanmalar, bağırtılı kanlı sahneler olmadan da gösterilmiş. temposu hayat gibi olan, gerçek olan bir film... ne var ki o filmlere hep sanat filmi derler, bağımsız film derler, nedense bu da insanları korkutup kaçırır." diye yorum yazmışlar ekşisözlükte. en kısa özeti bu sanırım.
insana dair, insana insanı düşündüren samimi ve çok güzel bir filmdi.



sarmaşık

önceki yazımda yazdığım üzere, filmi vizyona giriş tarihinden itibaren çok istememize rağmen ancak 1,5 ay sonra izleme fırsatı bulduk.
ama ne izlemek! film başladı, bitti, ara verilmedi. 104 dakika boyunca göz kırpmadan ekrana kilitlendim.
gerçek bir sanatla karşılaşınca öyle olurum.
bana göre sanat; insanı, insanın hallerini anlatan ve izleyiciye/dinleyiciye/okuyucuya değen şeydir.
ve sarmaşık filmi, sanattı.
sinemanın eğlence ya da "modern insanın hafta sonu aktivitesi"nden çok daha fazla bir şey olduğunu hatırlattı dibine kadar hissettirerek.
en son kış uykusu'nda böyle hissetmiştim. anlatamamıştım, anlayamamıştım bile belki nedenini; ama, çok etkilenmiştim.
sanırım, dediğim gibi, insana dair evrensel olgular var; yaşantılar, hisler, düşünceler... ve bu durumlar sanatla anlatılınca etkiliyor insanı...
sarmaşık filmini izlediğimden beri her gün düşünüyorum filmi. güç, iktidar, isyan, grup, grup içindeki roller, küçücük bir grupta toplumu görmek... nasıl güzel anlatılmış. öyle doğal, sanki gidip bir geminin içi habersiz çekilmiş kadar. ve bir o kadar güzel görüntüler, gereksiz tek bir anın olmaması filmde... ve değinmeden olmaz. tüm oyuncular  mükemmeldi, ama nadir sarıbacak neydi öyle yaaa!
velhasıl, izleyin, izletin.


the soul keeper
çok beğendiğim bir kitap ya da bir filmden sonra uzun süre bir şey okuyasım/ izleyesim gelmez. ağızda kalan son tadı bozmak istememek gibi...
bu nedenle sarmaşık'tan sonra çok film izleyesim gelmedi. ama malum evden dışarı pek çıkılamadı ocak boyunca istanbul'da. yine evde olduğum günlerden birinde a dangerous methodu izlediğimde haberdar olduğum ve izlemek istediğim, lakin 2,5 yıldır her nedense izleyememiş olduğum the soul keeper'ı izledim. alanımla ilgili filmleri severek izlerim hep. yine öyle oldu.
1900'lerin başlarında rusya'dan zürih'e tedavi edilmek üzere -bir umut- jung'un çalıştığı hastaneye getirilen sabina spielrein'in yaşamını anlatıyor film. 
jung ile sabina spielrein arasındaki hasta- teapist ilişkisi, aşk ilişkisi, sabina'nın "iyileştikten" sonra tıp okuyarak psikiyatrist olması, jung'un sınırları önce esnetip sonra bencilce daraltması, sabina'nın rusya'ya dönerek beyaz kreş adında bir anaokulu açarak çocuk psikanalizi konusunda denemeleri ve nihayetinde naziler tarafından öldürülüşünü izliyoruz filmde. güzel bir akışı var filmin. konuyu bilmeyenlere genel bir bilgi sağlayabilir diye düşünüyorum. 
bu hikayede içim sızlıyor hep. neden jung'u tanıyoruz ama sabina'yı tanımıyoruz? tıpkı rodin'i tanıyıp camille claudel'i tanımıyor oluşumuz, ya da mozart'ı tanıyıp kız kardeşini tanımıyor oluşumuz gibi... kadınları düşünüyorum. günümüzde bu derece olmasa bile, hep geri plana atılan, cinsiyetinden ötürü kendini ve üretimini yeterince ifade edemeyen ya da hak ettiği kadar önem verilmeyen kadınları...


barfi!
ayın son filmi, uzun zamandır izlemek istediğim hint filmi barfi oldu.
hintliler ne çok eğitim, özel eğitim ve farklı gelişenlerle ilgili film üretiyorlar! hepsi de oldukça çarpıcı (taare zameen par, black, 3 idiots...)
barfi de yine çok renkli, hareketli, müzikli, eğlenceli ve bir o kadar insanın yüreğine değen hint filmlerindendi.
2,5 saat gibi uzun bir sürede sıkılmadan, keyifle izledim.


2016- ocak ayı kitaplar (1)

çok fazla kitap alıyorum. okuyabileceğimden çok... çok kitabı merak ediyor, edinir edinmez merakla kurcalıyorum, elimde gezdiriyorum günlerce. ama devam etmiyorum, tamamlamadan bırakıp bir başka kitabı alıyorum elime. tüketim çağı mı bu hale getirdi beni? modern insana yaraşır biçimde kitaplar konusunda da doyumsuz oldum? bilmiyorum.
romanlar ayrı ama. romanlar sürüklüyor beni. başlayınca bitiriyorum muhakkak. en çok roman okumayı seviyorum ben. sanırım bilgi için değil, keyif için okuyanlardanım... farklı yaşamlar, insana dair gözlem ve tespitler keyif veriyor bana. yabancı hayatlara tanıklık etme hissi hoşuma gidiyor.




sonsuzluğa nokta

yeni yılın ilk kitabı da bir roman oldu.
hasan ali toptaş, son 2 yıldır bloglardaki methiyelerden duymuş olduğum ve çok merak ettiğim bir yazardı. aslen heba'yı okumak istiyordum en çok. ve fakat, kitap fuarında, sahaflarda bu romanını bulup almıştım kasımda.
dili kullanım açısından oldukça zengin bir roman. anlatım kronolojik bir sıra izlemiyor, geçmişe gidip geliniyor.
yaşama, insana, taşraya, sıkışmışlığa dair güzel tespitler barındırıyor. severek okudum ben. 
bir yazar anlamak, tanımak için bir kitap yetmez asla...
devam edeceğim hasan ali toptaş okumaya...