Perşembe, Temmuz 02, 2015

benelüks'ümsü avrupa seyahati- bölüm 3

bruges’den ayrıldıktan sonra, paris’e doğru yola çıktık ve üç gece kalacağımız eve vardık. ev  grenelle caddesi üzerinde, yani eiffel’e oldukça yakın bir mesafedeydi. ertesi sabah, hemen evin önünde kurulan pazardan aldığımız kahvaltılıklarla sağlam bir kahvaltı hazırlayıp yaptıktan sonra, dünyanın en çok ziyaret edilen sanat müzesi olan louvre’yu ziyaret etmek üzere yola koyulduk.
şehri metro ağıyla gezebilmek için iki günlük kart aldık (35 euro). metro ağı pekçok avrupa şehrinde olduğu gibi oldukça kullanışlı; ama öyle eski öyle bakımsız ki, insan gerçekten hayret ediyorJ
louvre, ihtilalden sonra, 1793’te fransa’da açılan ilk devlet müzesi  olup 35000 sanat eserini içeren bir müze. müzenin giriş ücreti 12 euro. 




farklı dönem, farklı medeniyet ve farklı türdeki obje ve eserlerin her birini görmek için iki tam gün ayrılması gerektiği söylenegelen müzeyi biz yarım gün gezdikten sonra hem zihinsel hem fiziksel olarak çok yorulduk ve sanatı kararında bırakıp eğlenmeye zaman ayırmaya karar verdikJ bu kararımızda eserlerde hiçbir şekilde ingilizce açıklama olmayışı, dolayısıyla çok anlayarak  gezemeyişimiz de etkili oldu.
önce parkta biraz dinlendik, sonra bir metro ile meşhur champs elysees caddesi’ne gelip biraz dolaştık. 



paris’in en güzel yanlarından biri, havanın hazirana yakışır olması ve ilk defa hafifçecik yazlık kıyafet giyebiliyor olmamızdı.
akşamüzeri eiffel kulesine doğru yola çıktık; hemen yakınındaki carrefour’dan 3-5 euroya bordeux şarapları, plastik kadehler ve biraz atıştırmalık alarak kulenin altındaki çimlere serildik. 


güneşi öyle bir ortam ve manzarada batırmanın insanı mest eden keyfini hayatımda kaç kere daha yaşayabileceğimi düşündüm… her şey o kadar güzeldi ki…


güneş battıktan sonra kuleye çıktık, sadece 2.kata kadar izin vardı (9euro). asansörle hızlıca çıkıp, şehrin tamamını akşam ışıklarıyla tepeden görebilmek müthişti.
ertesi gün, ne yazık ki “dün yediğin hurmalar…” atasözünü kanıtlar nitelikte, şaraptan dolayı başımda korkunç bir ağrı vardı. oysa disneyland’a gidecektik ve ne kadar erken gitsek o kadar iyiydi. arkadaş grubumuz önden gitti. ben iki saat daha uyuyup biraz daha kendime gelince, hayatımdakisevgiliinsan’la ben de önce bir metro sonra bir banliyö tren ile disneyland’a ulaştık (1 saat sürdü). walt disney studios ve disneyland park diye iki ayrı bölüm var. biz disneyland park için bilet aldık (65 euro- normalde 75 euro ama bizim metro kartımız olduğundan 10 euro indirim kazandık).
dev bir alana kurulmuş olan disneyland park; fantasyland, discoveryland, advaentureland ve frontierland olmak üzere 4 farklı eğlence biçimi olan bölümlere ayrılmış. yetişkinlerin bile saatlerce zevk alarak dolaşıp eğlendiği bu masalsı dünyada çocukların nasıl bir keyif aldığını tahmin bile edemeyiz sanırım.


açıkçası, son ana kadar gitsek mi gitmesek mi diye çok düşündüğümüz bir yerdi disneyland. sonuçta paris’te son gündü, ve görülecek çok fazla şey vardı, disneyland’a gitmek onlardan vazgeçmek demekti. hatta geldikten sonra kapısında bile hala, dönsek mi diye düşündüğümüzü hatırlıyorum. ama sonuç olarak kalabalık grupla çok eğlenceli olacağına karar verip, zaten ömürde bir defa yapılacak şeylerden biri olduğuna kanaat getirip öyle girdik. gerçekten de pişman olmadık, tüm günü orada eğlenerek  geçirdik.
ertesi sabah yine amsterdam’a dönmek üzere erkenden yola çıktık.
***paris de yine on yıl önce ilk defa ziyaret ettiğim şehirlerdendi. ve hayatımdakisevgiliinsanla yeniden gelmeyi çok arzu ediyordum. çok şükür bu dileğim de gerçekleşti. ve artık avrupa’ya dair tek hayalim, nice ve cannes’ı görmek. ama acelem yok, bakalım bu hayalim ne zaman gerçek olacak;)
bunlar da eski anıları yad etmek üzere, 19 yaşımdan fotoğraflarım:



                     
                                                                                                           devam edecek....