Perşembe, Mart 30, 2017

2017 mart ayı filmler (5) ve kitaplar (2)

moonlight
oscar adayı filmleri, ödül töreni öncesinde izlemeyi, sonra tahminlerde bulunmayı, oldum bittim başaramadım. ancak ödül töreninden sonra, en öne çıkanları izlemeye çalışırım genelde.
bu yıl da öyle oldu. (sadece lion'u ve captain fantastic'i izleyebilmiştim.)
moonlight, la la land, jackie, manchester by the sea, the salesman izlemek istediklerimdi.
moonlight ile başladım.
güzel, sade bir film. filmlerde büyük prodüksiyon, bol aksiyon yerine duygu bekleyen biri olarak ben beğendim filmi.

*yazıyı yazarken, filmin yorumlarına bir bakayım dedim de, gördüm ki, yine kutuplaşılıvermiş.
allahım, ne kadar ustayız bu konuda.
bir yere göğe sığdıramayanlar bir de yerden yere vuranlar grubu oluşuveriyor ya her konuda; buna çok şaşıyorum ben...
bir de "zenci filmi", "gay filmi" söylemleri, ne kadar da ötekileştirmenin ortasında olduğumuzu gözler önüne seriveriyor korkunç biçimde.
"beyaz filmi" demiyoruz oysa, ya da "heteroseksüel filmi"... çoğunluk ezici ne de olsa...

yaşamaya değer (le herisson)
blu tv'de denk gelip izledim filmi. filmin tanıtımı şu şekilde:
paloma paris'te dış dünyanın hızlı temposundan uzak bir çevrede yaşayan 11 yaşında, oldukça zeki ve sıkkın bir kızdır. 12.yaş gününde intihar etmeye karar veren paloma, ölümle randevusunun yaklaşmasına yakın ketum ve yalnız apartman görevlisi renée michel ve gizemli olduğu kadar elegan mösyö kakuro ozu gibi değişik karakterlerle tanışır. böylece paloma karamsar hayatını gözden geçirme şansı bulacaktır... 


filmin son sahnesinden bir replik:

"bir hayatın değerine nasıl karar verilir? paloma, umarım senin hayatın vaatlerini yerine getirir." 

"işte böyle, birdenbire her şey duruyor.
ölmek bu mu?
sevdiklerinizi bir daha asla göremiyorsunuz, sizi sevenleri bir daha asla göremiyorsunuz.
ölmek buysa dedikleri kadar trajik bir şeymiş...
önemli olan ölmek değil, ölüm anında ne yaptığınızdır.
renee, siz ölüm anında ne yapıyordunuz?
sevmeye hazırdınız..."

kıyamet günü (lo imposible)
bu filmden bahsedilmişti bir ortamda, not etmiştim. blu tv'de görünce de izledim.
yönetmeni ispanyol, lakin, film tamamen amerikan havasında.
bu nedenle maalesef dokunaklı olamayan bir dram. hollywood'un klişe yapay diyalogları, iyilik teması ve mutlu sonu sizi de rahatsız ediyorsa filmi sevmekte benim gibi zorlanabilirsiniz...
gerçek bir hikayeden uyarlanması dikkatimi çekmişti, oysa başta...
başrollerdeki naomi watts da ewan mcgregor da gayet iyi; ancak, çocuklar, hele ki en büyüğü gerçekten çok başarılı.


*peki bu filmden sonra tayland/uzak doğu gezisi planlarını askıya alan bir tek ben değilim değil mi???

ah güzel istanbul
hep diyorum ya "fimde de kitapta da eksiğim çok" diye. sadri alışık filmlerini pek bilmem mesela. turist ömer'leri bile...


bir akşam oturup bu siyah beyaz filmi izledik. kültürel yozlaşmayı konu alan ve toplumsal mesajları olan bir kara komedi.
sadri alışık efsane, ayla algan'ın oyunculuğu ise pek başarılı gelmedi bana...ilk filmiymiş meğer. 

the lobster (ıstakoz)
yönetmen yorgos lanthimos'u kynodontas filmi ile tanımıştım. izlediğim, şüphesiz, en enteresan en kendine özgü filmdi; hem hikayesi hem hikayeyi anlatım biçimi ile...
bu filminden de haberdar olur olmaz izledim.
yine son derece etkileyici ve rahatsız edici bir film. biraz jan svankmajer biraz lars von trier tadı var.


filmin müzikleri efsane!!!
konusunu ekşisözlükten alıntı yaparak özetleyelim:
iki taraflı distopya yaşatan film: çift olma baskısı yaratan ve doğal olarak birbirini kandırma aldatma üzerine kurulu ilişkileri zorunlu kılan bir toplum, diğeri de tek başına yaşamaya ve hayatta kalmaya zorlayan. bu ikisi arasında aşk galip geliyor gibi görünüyor ama filmin sonu yine de belirsiz...

satranç
geç kalınmış bir yazar stefan zweig. bu yaşıma kadar hiç okumamıştım. ama her şeyin bir zamanı vardı elbet... bu önemli yazar ile tanışmam da bu zamana kısmetmiş...
rehberlik servisi kütüphanemizde okumadığım 'önemli' kitap kalmasın istiyorum. o nedenle bir hafta sonu için satranç'ı ödünç aldım. oysa evde 5 yıl önce orta avrupa seyahatimden döner dönmez edindiğim amok koşucusu okunmadan duruyor hala... freud'un evinde mektuplarını görünce merak etmiştim yazarı...
velhasıl, nihayet, satranç'ı okuyabildim ve hayran oldum. çok keyif veren, akıp giden bir metin... insana dair tahliller çok yerinde.
siz benim gibi geç kalmayın ve hemen okuyun bence;)
sait faik'ten çocuklara hikayeler
bu yaşıma gelmiş, hiç sait faik okumamıştım. oysa, türk edebiyatının en iyi öykü yazarı olduğu söylenir...
ben öykü sevmem pek. belki, o nedenle bu vakte kalmıştır tanışmamız.
velhasıl, nihayet, rehberlik servisi kütüphanesine bir sait faik kitabı bağışlanınca, çocuklardan önce kendim okumak istedim.
hakikaten de denildiği kadar varmış.
çok sade bir dille ve akıcılıkla anlatıyor öykülerini yazar.
insanı, doğayı, hayvanları, dünyayı çok sevdiği herkes için adil bir dünya isteyen bir iyimser olduğu her halinden belli...


okumaya geç kaldığım bu önemli yazarımızın 20 öyküsünün yer aldığı kitabından birkaç alıntı paylaşmak isterim sizlerle:

“Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.”- son kuşlar

"Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve mavilikleri çok gördük, sizin için çok kötü olacak. Benden hikayesi."- son kuşlar

"Sinağrit Baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu muydu, tamamdı. Ama hiçbirini kurtarmıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit Baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun, bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemeyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresini koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman, bir hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek?"- sinağrit baba

"İlkbahar bir bayram, bir uyanış, bir mucize, bir çılgınlık, olamayacak gibi duran bir şeyin oluşu, ilkbahar şu, ilkbahar bu... Kuş, papatya, gelincik, çayır, çimen, ağaç, çiçek, mimoza, zakkum, su sesi, hindiba, Çingene, kuzu... Klasik ilkbaharların içinde hepsinin, hatta sülüğün bile yeri vardır. unuttuklarım da çoktur a, en mühimi nisan, mayıs güneşi."- bir ilkbahar hikayesi

"Tünelleri insanlar için yaptık. Yokuşlardan lahzada insinler, yokuşları ani vakitte çıksınlar diye. Tünelin kayışı, Tünele ilk defa bindiği zaman sevinen ve bu sevinci bile belli etmek istemeyen bir çocuk için yapılabilecek bir şey. Eğer bugün biz tünel kayışı yapamıyorsak, bunun en büyük sebebi Tünele ilk binen ve sevinen çocuğu sevmememizdendir, demeyeceğim. O zaman hem kendimi methetmiş olurum, hem de tünel kayışı yapabilecek bir iktidarda olduğum zehabı hasıl olur, müracaatlar vaki olur! Diyeceğim yalnız şu: Şu insanlara hiçbir şey çok değil. Edirnekapı'da bu akşam bir ana bir çocuğun Tünele nasıl bindiğini dinleyecek. Çocuk, "Kocaman gözlü adam bana baktı da, iyice sevinemedim," diyecek. Yabancılara gülemediği, beyaz dişlerini gösteremediği, duyduğu şeyleri, söyleyemediği şeyleri bu anaya söyleyecek, onlar da Tünele binmiş kadar sevinecekler."- tüneldeki çocuk


"Kimseler aşık değil mi bu şehirde? Kimseler, bir meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?"- havuzbaşı


Perşembe, Mart 23, 2017

finlandiya 7 (son)- st petersburg

(bu aralar yarım kalan işleri toparlama dönemim. başlanıp bırakılmış filmleri izliyorum, kitapları okuyorum, taslak yazılarıma göz atıp tamamlamaya çalışıyorum...
bu yazı da, yaklaşık iki yıl öncesinin yazısı!!!
bildiğiniz üzere, 2 yıl önce, çalıştığım kurumla, erasmus yetişkin hareketliliği programı kapsamında bir proje yazıp finlandiya- joensuu'da 5 günlük bir kursa kabul edilmiştik. kursun öncesindeki ve sonrasındaki hafta sonlarını değerlendirerek talinn, helsinki ve st petersburg şehirlerini görme fırsatımız da olmuştu. 
bu geziyle ilgili iki yılda 6 tane yazı yazdım. ve nihayet, üzerinden daha fazla zaman geçmeden, serinin 7. ve son yazısını da paylaşmak istiyorum artık.)
....

gezinin 8.günü (04.04.2015 cumartesi)
serinin 6. yazısından devam edecek olursam, sabah erkenden otelimizde uyandık. finlandiya'dakilere göre daha zor bir kahvaltı seçeneğinden sonra, şehri gezmek üzere yola çıktık.



rusya'yı uzun zamandır merak ediyordum. pek çok defa niyetlenmiş ama başka planlar nedeniyle gidememiştik. sonra, vize kalkınca, bir de üstüne "moskova'da yanlış anlama"yı okuyunca görme isteğim iyice perçinlenmişti. moskova olmasa da st petersburg'u görecek olmak beni çok heyecanlandırıyordu.



finlandiya'dan sonra, st petersburg, bize çok bakımsız, güvensiz, kalabalık ve karışık geldi. sanki, istanbul'a dönmeden önce bir adaptasyon sürecine girmiş gibi olduk:)



aslında son derece tarihi ve güzel bir şehir. ancak, finlandiya'nın o yüksek refah düzeyinden sonra, istanbul'dan geldiğimizi unutmuşçasına, biraz şaşkınlaştık:)
şehri gezerken yaşadığımız en büyük zorluk kiril alfabesi oldu. herhangi bir yazıyı hiçbir şekilde okuyup, anlayamamak (caddeleri, metro duraklarını vs...) şehri gezmeyi oldukça zor kıldı. 


finlandiya'nın aksine, yer/yön/yol sormak için durdurduğumuz kimsenin ingilizce konuşamıyor olması nedeniyle bize yardımcı olamaması da durumu iyice zorlaştırdı. bir de günlerdir yaptığımız euro-tl hesabına bir de ruble hesabı karışınca bizim de kafalar epey karıştı:) ruble, oldukça değersiz bir para... her hangi bir şeye çok para veriyormuşsunuz gibi oluyor, ama euroya ya da türk lirasına çevirince oldukça uygun olduğunu görüyorsunuz...
şehirde ulaşımı sağlayan 6 tane metro hattı var. görmek istediğimiz yerlere yürüyerek ve metroyu kullanarak gittik.


ilk durağımız hermitage museum oldu. zira açılışından önce kapısından kuyruklar olan bir müze burası! erken gitmezseniz, girmek için çok fazla beklemek durumunda kalabilirsiniz...


hayatımda gördüğüm bu en büyük müzeydi! 3 milyondan fazla esere ev sahipliği yapan müze, günlerce gezilebilir, yine de bitirilemeyebilir! fakat bizim o kadar vaktimiz olmadığından 2-3 saat gezip çıktık.

ikinci durağımız rusyanın politik tarihi müzesi oldu. 1800-2000 yılları arasında rusya'nın politik tarihine dair belgelerin fotorafların sergilendiği bir müze.

(lenin'in çalışma odası)

ardından mavi camii'yi ziyaret ettik.


sonrasında rabbit island'dan geçerek mumya müzesi'ni ziyaret ettik.







civardaki bir kilisede ayine denk geldik ve izledik.


gün boyu yürümekten ve müzelerde bilgi bombardımanına maruz kalmaktan yorgun düşmüştük. akşam yemeğimizi burger king'de hızlıca hallederek, günün notlarını almak ve dinlenmek üzere otel odalarımıza çekildik.

gezinin 9.günü (05.04.2015 pazar)

sabah yine otelde yaptığımız keyifsiz kahvaltının ardından ilk durağımız yolumuzun üstündeki ermeni kilisesi (st catherine armenian church) oldu. 


kısa bir ziyaretten sonra, bugün için asıl amacımız olan voskresenia khristova kilisesi'ni, nam-ı diğer, kanlı kilise'yi (church of the savior on spilled blood) görmek üzere yürümeye devam ettik. 
griboedov kanalı'nın kıyısına inşa edilmiş kanlı kilise, hakikaten muazzam bir yapı! 


her yıl yüzbinlerce turist tarafından ziyaret edilen kilise, gerçekten görülmeye değer... 1881 yılında çar ii. alexander’ın suikaste uğradığı yerde yapılan 5 kubbeli, rus mimarisinde yapılmış kilisenin en yüksek kulesi 81 metre olup suikastin gerçekleştiği tarihi ifade ederken, 67 metre uzunluğundaki 2. kubbe de çarın öldüğü yaşı simgelemekte imiş. 


gezimiz ne yazık ki, burada sona ermek durumundaydı. çünkü, 15.25'te kouvala'ya ve oradan da 18:45 joensuu'ya tren biletlerimiz hazırdı.


saat 22.00'de joensuu'ya varmıştık. hemen istasyonun karşısındaki hotel kimmel'e son bir gece daha kalmak üzere giriş yaptık.

her güzel şeyin sonu vardı...
bu gezi de böylece sona eriyordu...
ertesi sabah türkiye'ye dönecektik...
neyse ki, yanımızda, iki yıl sonra bile hatırlayınca mutlu eden bir sürü anımız vardı:)


yıllar yılan- gaye su akyol

nasıl güzel bir şarkı, değil mi?



"Kimse anlamaz 

Cürmü yakar 
Kirden nehir 
Durmaz akar 
Titrer duman 
Kabus yağar 
Öldürmedi 
Bu yıllar yılan" 

Pazartesi, Mart 20, 2017

dünyadan sesler- voo voo


müzik olmasaydı ne yapardık sahi?
bazı şarkılar melodisiyle, bazı şarkılar sözüyle hislerimize nasıl da tercüman oluyor...
üzgünken, kızgınken ya da neşeliyken duygularımızı nasıl da coşturuyor...
iyi müzikler, iyi müzisyenler iyi ki varlar.

Perşembe, Mart 16, 2017

dünyadan sesler


bu nasıl güzel bir şarkı!!!
dünyadan sesler sayesinde yeni güzel müzikler keşfetmek nasıl güzel!

Pazartesi, Mart 13, 2017

tek hikayenin tehlikesi- ted konuşmaları


izlemeyen kalmasın istiyorum!


"bir kişi veya yer hakkındaki tüm hikayeleri incelemeden o kişi veya yeri algılamak mümkün değildir.
tek hikayenin sonucu şudur:
kişilerin saygınlığını ve itibarını yok eder.
tüm insanların eşit olduğuna inanmamızı zorlaştırır.
birbirimize ne kadar benzer olduğumuzdan ziyade ne kadar farklı olduğumuzu vurgular..."

Cumartesi, Mart 11, 2017

dünyadan sesler-selda bağcan

böyle kıymetli bir sanatçının bizim topraklarımızdan çıkması ne büyük şans...





Cuma, Mart 10, 2017

hafta sonu bursa gezisi- 2. gün


2.gün (gölyazı+iznik)
pazar sabahı, zor gelse de, erkenden uyandık. zira görmek istediğimiz çok yer vardı, ve de 19.30'da yalova'dan kalkacak feribota biletlerimiz...
evde yaptığımız kahvaltının ardından gölyazı'ya doğru yola çıktık. merkezden yaklaşık 1 saatlik bir yolculuk ile gölyazı köyüne ulaştık. 
(daha işlevsel bir tur için aracınızı girişe bırakmanız tavsiye ederim.)
gölyazı, civarında 7 adacık bulunan bir yarımada. nilüfer ilçesine bağlı eski bir rum köyü (mübadelede türkler yerleşmiş). tarihte "apollonia" olarak anılmış (apollonia: sanat/müzik, güneş/ateş tanrısı).



köyün girişinde tarihi bir yel değirmeni ve restore edilerek günümüzde kültür evi olarak kullanılan hagios panteleimon kilisesi sizi karşılıyor. 



kilisenin hemen yanında yazar evi var, edebiyat, kültür etkinlikleri yapılıyormuş orada. 
ilerlediğinizde sağınızda uluabat gölü kalıyor ve gölün kenarında köy kadınlarının açtığı standlarda el emeklerini sergilediklerini görüyorsunuz. 
biraz daha ilerlediğinizde bir yol ayrımına denk geliyorsunuz ve tam ortasında da görkemli ağlayan çınar'a rastlıyorsunuz. 



efsaneye göre , birbirine aşık olan bir türk ile bir rum'un mübadelede  birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmaları üzerine bu isim verilmiş bu 700 yıllık çınara...



çınarın önünden kalkan tekneler ile yarımadanın çevresini gezme fırsatınız oluyor. biz 5 kişi, 20 dakika, 20 liraya turladık. çok keyifliydi.



çınardan sola devam ederseniz, göl kenarında restoranlar (gölden çıkan tatlı su balıklarını servis ediyorlar genelde) dizili. bizim oturup bir şeyler yemeye zamanımız olmadı. o nedenle lezzetler ve hizmet için bir şey söyleyemeyeceğim, ancak, gördüğüm kadarıyla fiyatların bir istanbullu için son derece makul olduğunu söyleyebilirim.
çınardan sağ tarafa devam ederseniz öncelikle büyük bir çay bahçesi/köy kahvesi var meydanda. sonra da köyün içlerine, evlerin olduğu bölüme girmiş oluyorsunuz.


ki oralarda da yine göl manzaralı yiyecek içecek yerleri var. biz onlardan birinde mola verdik, çay, kahve içtik.
ardından da hemen yola çıkmak durumundaydık. 

gölyazı'ndan iznik'e giden yolda (bir önceki yazımda bahsettiğim gibi) yoğun bir trafiğe yakalandık maalesef. ve epey zaman kaybettik. 
aslında yolumuzun üzerinde yer alan cumalıkızık'a uğramak vardı planlarımızda. fakat, hal böyle olunca, mümkün olmadı...

iznik'e varmamız da 3'ü geçti. 
vardığımızda da oldukça acıkmış olduğumuzdan ilk önce karnımızı doyurmak istedik. iznik gölü'ne doğru yürüyüp, hemen yakınındaki seyir restorana oturduk. (aslında pansiyon, ama, cafe-restoran olarak da hizmet veriyor). fiyat-performans oranından oldukça memnun kaldığımız bu mekandan sonra, göl kenarında kısa bir yürüyüş yapıp, yürüyerek merkeze döndük.



merkezde aya sofya kilise/camisini ziyaret ettik. yakın zamanda restore edilen yapının kapısını duşa kabin camından (!) hallice yapsalar da, hala görkemini koruyan estetik bir yapı. 




çok az vaktimiz olduğundan görülecek diğer tarihi yerleri gezmeye fırsatımız olmadı ne yazık ki...
iznik'e gelmişken çiniciler çarşısını gezmeden dönemeyiz diyerek, kısacık bir zamanı da oraya ayırdık. hatıra olarak türk kahvesi fincanları aldım kendime. gittiğim yerlerden hatıra ile dönmeyi çok seviyorum, annemden aldığım bir özellik olarak:)



ondan sonra da feribotumuzu riske etmemek için, yol hali belli olmaz düşüncesiyle, yalova yollarına düştük çok geç olmadan.
böylelikle 2 günlük bursa gezimiz bitmiş oldu.

bursa, 2 güne sığacak bir şehir değil kesinlikle. tarihi ve doğal güzellikleri, görülecek yerleri çok fazla.
bir hafta sonunda ancak bu kadar gezebildik. yıllar önce bir hafta sonu da mudanya/tirilye'yi gezmiştik.
ara ara 2 günlüğüne gidip, bu şekilde, bölge bölge gezilebilir diye düşünüyorum;)
mesela, bir sonraki bursa seyahati içinde aklımda olan yerler:
-cumalıkızık
-saidabat şelalesi
-çınar-inkaya
-kestel'in köyleri
-yeniköy
-karacaali köyü
-inegöl-oylat

herkese seyahat dolu, keyifli günler ve bir ömür diliyorum:)

Perşembe, Mart 09, 2017

2017 şubat ayı filmler (2) ve kitaplar (2), bir sezon da dizi (masum)

lion
sömestr tatilinde annem ve ablam gelmişti. onlarla izledik bu filmi. oldukça güzel bir filmdi. gerçek hikayelerin filmleştirilmesini çok severim ve filmlerde hindistan'ın o egzotik görselliği de çok hoşuma gider her zaman. bu açılardan benim için oldukça keyifli bir seyir oldu.


aile sırları
bu filmi evde tek başıma izledim. vizyona girdiği dönem izlemek isteyip de gidemediğim filmlerdendi. 
daha sonra aile terapisi eğitimine başlayınca da, bu kapsamda izlemek istediğim filmler için bir liste yapmış ve bu filmi de eklemiştim. nihayet izleyebildim.
meryl streep, julia roberts, ewan mcgregor gibi dev oyuncuların başarıyla götürdüğü sağlam bir aile dramı. ben seviyorum böyle filmleri. çok olay olmayan, diyaloglar ile giden  filmleri..


masum
ilk türk internet dizisi masum'un afişlerini duraklarda panolarda gördüğümden itibaren merak ettim. 
bir defa, oyuncu kadrosu müthişti. sonraaa, kamera arkasında, berkun oya ve seren yüce vardı. ki, önceki işleri ile ayrıcalıklı bir yerdeydiler benim için. 
blutv'ye üye olup izledik 8 bölümlük diziyi. türk dizilerinin çok çok üzerinde bir iş kesinlikle. ancak, ilk bölümlerde çok etkilensem de, devam eden bölümlerde kurguyu çok iyi bulmadım. ayrıca, anlaşılamayan yerlerin kaldığını düşünüyorum.


mucize
bu kitabı ilk instagramda gördüm. blogun ilk yıllarından beri ilgiyle takip ettiğim pelinpembesi nin hesabında. övgüyle bahsettiği kitabı, kızı için aldığını, ancak, kendisinin de okuyup çok beğendiğini söylüyordu. çocukların severek okuyacağını düşünüp kitap fuarından almıştım. gerçekten de kitaplıkta kitabı gören çocukların çoğu kitabı okumak istediler. mecburen oturup bir okuma sırası yaptık:) hal böyle olunca kitabı ben de çok merak ettim. nihayet bir hafta sonu sıranın arasına karışıp eve getirdim kitabı. ve öyle akıcıydı ki, hemen bitiriverdim. yüreğinizde temiz, hoş hisler bırakan filmler/kitaplar vardır ya, öyleydi bu kitap da... okuyun, okutturun efenim!!!
*bu kitapla bağlantılı olarak fil adam filminden de bahsediliyor. onu da izleme listeme aldım. 
bana ise frankenstein ve notr dame'ın kamburu'nu anımsattı biraz...


öğrenme ilişkileri
bu kitabı geçen sene şubat ayında "9. okul ve psikanaliz sempozyumu"nda almıştım. o zamandan beri, tam bir yıldır, elimdeydi!  
bazı kitaplar öyledir, bilirsiniz, sindire sindire okumak gerekir...
13 bölümden oluşan bu kitaptan o kadar çok şey öğrendim ki... altı çizili yüzlerce cümle var ve her biri ufkumu açtı. 
başta okullarda çalışan psikolojik danışmanlar olmak üzere tüm öğretmenlere önerebileceğim bakış açınızı çok farklılaştıracağına inandığım bir kitap.


Pazartesi, Mart 06, 2017

hafta sonu bursa gezisi- 1. gün

bursa, gezip görülecek yerler bakımından oldukça zengin bir şehir olduğundan, civarında yaşayanlar için oldukça uygun bir hafta sonu gezisi rotası.
biz de bu hafta sonu, ne zamandır aklımızda olan bursa gezimizi yaptık. planımızdaki bazı yerleri görememiş olmakla beraber, dolu dolu geçti iki günümüz de. 
bu sefer, üzerinden zaman geçmeden, hemen ertesi gün, gezimizi sizlerle paylaşmaya başlıyorum:)

1.gün (uludağ+merkez)
cumartesi sabahı yenikapı'dan mudanya'ya giden 7.30 feribotuna bindik. 


saat 9'da mudanya (güzelyalı)'ya vardık. oradan aracımızla 1 saat yolculuk yaparak uludağ'a çıkan teleferiğin başlangıç noktasına (teferrüç) ulaştık. (burada araçlar için ücretli otopark var).


teleferiği bir gün kullanmanın bedeli tam 38, öğrenci 27 lira. 
teleferik ile önce 4.5 km giderek sarıalan'a ulaşılıyor. sarıalan'da konaklamak için dağ evleri, atv ile eğlenebileceğiniz alanlar ve piknik alanları mevcut. 


biz orada zaman geçirmedik, inip hemen teleferiğin sarıalan-kurbağakaya arası çalışan kısmına geçtik. yine, yaklaşık 4,5 km giderek oteller bölgesi denilen kurbağakaya durağına ulaştık. bizim geldiğimiz mevsim itibariyle, hava oldukça güzeldi (1 derece- şehir merkezinde 19 dereceydi).
iner inmez, bir organizasyonun içinde bulduk kendimizi. meğer avrupa kar voleybolu turnuvaları varmış. denk gelmişken birkaç maç izledik.
sonra, kayak yapılan alanlara doğru yürüyüp (kar sporlarını yapmadığımızdan) kayanları izledik.


karlarda yürüdük ve oynadık. zaman hızlıca aktı ve öğleden sonrası için şehir merkezinde görmek istediğimiz pek çok yer vardı. o nedenle uludağ turumuzu kısa kesip, şehre inmek üzere, teleferiğe bindik.
teleferikle inerken, hayatımdakisevgiliinsan'ın doğumgünü için yanımda getirdiğim sürpriz tekila ve keki çıkardım çantamdan ve o irtifada mini bir doğum günü kutlaması yaptık:)


teferrüç noktasından aracımızı alıp şehir merkezine geldik. aracı merkezde bir otoparka bırakıp, gezmeye başlamadan önce "iskender- pideli döner kebap" yemek üzere heykel'deki tarihi kebapçıya oturduk. daha önce izmir-istanbul yolculuklarımızda yol üstünde yediklerimiz gibi, lezzeti yine muhteşemdi. üzerine hemen karşısındaki meşhur bağdat hurma tatlısından yedik. bursalı arkadaşımız çok övmüştü, ancak, doğrusu biz sıradan bir şerbetli hamur tatlısı olduğuna kanaat getirdik. 


yeme faslı bitince nihayet görülecek yerler turumuza başladık.
öncelikle ulu camii'yi ziyaret ettik. 20 kubbeli görkemli cami, 1.bayezid tarafından 1396-1400 yıllarında inşa ettirilmiş. caminin içinde bulunan şadırvan, dikkat çeken özelliklerinden.


sonrasında ulu camii yakınındaki çarşıları gezdik. çarşılar çok kalabalık, şehir baya yaşayan, hareketli bir şehir.
kozahan'da (kemeraltında çok sevdiğim bir yapı olan kızlarağası hanına çok benziyor) oturup bir çay içmeyi çok istedik ancak, beklememize rağmen yer bulamadık... biz de ulu camii'nin hemen yanındaki çınar cafe'ye oturduk çay içip dinlenmek için. seyyar satıcılardaki çok çekici görünen simitlerden aldık. gerçekten de çok lezzetliydi, izmir gevreğine benziyordu. 
biraz dinlendikten sonra tophane tarafına çıktık. osman gazi ve orhan gazi'nin türbelerini ziyaret ettik.


günbatımını saat kulesinin dibinden izliyorduk ki "akşam ne yapalım?" diye düşünmeye başladık. hayal kahvesi'nde o akşam program yoktu. o anda aklıma gün içinde önünde geçtiğimiz bursa devlet tiyatrolarının "ahmet vefik paşa sahnesi" geldi. hemen akşamki oyunlara baktık, yer kalmamıştı, ama, yine de şansımızı denemek için şehir merkezine doğru yürümeye başladık. 
tiyatroya yetişmek istediğimizden tophane'deki sümbüllü bahçe konağı'nı da sadece görmekle yetindik. gerçekten çok güzel bir yer, daha fazla vaktim olmasını ve meşhur osmanlı çayını içebilmeyi isterdim... başka zamana artık diyelim:)
tiyatro bileti için gişeye gittiğimizde koltuk kalmadığını, ancak, sandalye koyabileceklerini söylediler. biz de kabul ettik. neyse ki, oyunun başlamasına 1 dk kala hala koltuklar dolmayınca, boş koltuklara geçtik. hem de çok güzel bir yere oturabildik. oyun "80 günde devr-i alem"di. çok da güzeldi. çocuklukta hepimizin bildiği bir hikaye olsa da, unuttuğum bu hikayeyi izlemek çok keyifliydi. sahne kullanımı ve oyunculuklar oldukça başarılıydı. tabi ki hepimizin dünyayı gezme hayalleri perçinlendi oyunun sonunda :p


tek perde olan oyun 1,5 saat sürdü. çıktığımızda 9,5'tu. meşhur söğüşü yemek isteyen arkadaşlar için yakındaki yayla söğüşçüye gittik, sonrasında da söğüş yemeyenler için çorbacıya (güzel bir restorandı, ancak ismini ne yazık ki hatırlayamıyorum...)
kalacak yer açısından şanslıydık, çünkü beraber gittiğimiz arkadaşımızın ailesi bursa'da yaşıyordu ve bizi misafir etmek istediler. evlerine gider gitmez, biraz oturduktan sonra hemen uyumak istedik, çünkü gerçekten çok yorulmuştuk ve ertesi gün de yoğun bir program bizi bekliyordu;)

*bursa'da beni şaşırtan durumlardan biri, istanbul'u aratmayan trafiği oldu... pek çok sorun istanbul'a mal edilse de, aslında istanbul'da olan sorunların çoğu, sanıyorum ki, tüm büyük şehirlerin sorunu aslında... sadece biz burada daha büyük bir kitle olarak bu sorunlara maruz kaldığımız için daha büyük bir problem varmış gibi duruyor olabilir...

*trafiğe benzer şekilde kalabalıklık açısından da istanbul'u aratmadı bursa... tatil günü diye mi, hava güzel diye mi bilmiyorum ama, merkezde gezdiğimiz yerler çok kalabalıktı... sanıyorum kalabalıklık da sadece istanbul'un değil, aslında büyük şehirlerin sorunu...