Çarşamba, Ağustos 20, 2014

tüm yurtdışına çıkışlarım beyin gücü ile :)

evet öyle. yani çok da çabalamadan. sadece isteyerek. nasıl mı?
en baştan anlatayım:
küçükken büyük hayallerim vardı. dansçı ya da muhabir olup dünyayı gezecektim. hep merak ettim diğer ülkeleri, diğer kültürleri. evimizde gazete kuponuyla alınmış ansiklopedilerden baktım peru'ya, avusturalya'ya, endonezya'ya...
sonra büyüdüm biraz, ablam step tahtası olarak kullanmaya başladı ansiklopedileri, ben de internet kullanmaya başladım, oradan araştırdım diğer ülkeleri. en çok paris'i merak ediyordum, bir de annemin büyüdüğü hannover'i görmek istiyordum almanya'ya gidip.
lise 1 yazındayken annemin yakın bir arkadaşının kızı gelmişti bize. hemşireydi, bekardı, özgürdü; özeniyordum ona. paris'ten gelmiş yeni. anlattırdım biraz ona, "ben de gideceğim" dedim sonra. kimse ciddiye almadı tabi.
üniversiteye başladım sonra, ne erasmus'tan haberim vardı ne ulusal ajans'tan. aldığım burs ile alsancak'ta das akademie'ye gidip almancamı geliştirme isteği duydum birden. yıl sonuna doğru fakültenin panosunda ilan gördüm, okul öncesi öğretmenliği bölümünden 2 öğrenci hollanda'ya gitmiş değişim programı ile. pdr bölümü de bremen üniversitesi ile anlaşmış ilk kez. 5 kişi başvurduk bölümden, 2 kişi gidecekti. başvuranlardan en başarılısı değilsem de, iyi kötü almancam vardı, kabul edildim. anneme anlattım eve gelip, her zamanki gibi tam destekti. bütün yaz resmi işlerle geçti ve ikinci yılın ilk dönemini universitat bremen'de okudum. hala unutamadığım bir 5 ay yaşadım. hannover'i, hamburg'u, berlin'i gezdim trenle. e tabi o kadar yaklaşmışken paris'e de gittim, amsterdam'a da, gröningen'e de.


mezun olup çalışmaya başlayınca bu sefer de köklerime merak saldım. üsküp/skopje muhaciriyiz biz. ille göresim geldi o toprakları. interrail çocukluktan beri bildiğim, istediğim bir şeyse de daha zahmetsiz olacak balkan flexipass'i o dönem keşfettim. araştırdım biraz. derken, belgesel film festivali'nde hayatımdakisevgiliinsan'ın rehber olan arkadaşı sinan ile tanıştım. iki arkadaş balkan turu yapacaklarmış o yaz. olur mu olmaz mı derken, biz de eklendik o gruba, grup da hayli büyüdü sonra, 8 kişi olduk. harika bir 8 gün geçirdik.


bir sene sonra, başka bir eve taşınmıştım. o dönemki ev arkadaşımın bir arkadaşı geldi bize bir akşam. prag'tan gelmiş. merak edip, anlattırdım. gitmeyi feci halde arzuladım. 
çok değil o arzumdan bir sene sonra sadece prag ile de kalmayıp orta avrupa'ya muhteşem bir gezi yaptık yine balkan grubuyla.




bu seyahatlerimin hiçbirinde ne bilet ne vize ne kalacak yer için aman aman uğraştım. hep grup olmanın avantaj ve kolaylığını yaşadım. ben sadece görülecek yerler, yapılacak şeyler, tadılacak yemekler gibi listeleri oluşturdum keyifle. çok şanslıydım!

ve gelelim bomba habereeeee:) 
ekimde ben çalıştığım  kurum ile ulusal ajans'ın desteğiyle bir haftalığına finlandiya'ya gideceğim! 
dilerim kısa da olsa güzel deneyimler bekliyordur beni bu hiç bilmediğim iskandinav ülkesinde;)
bilenlerden de paylaşım, öneri ve bilgi bekliyorum efenimm! şimdiden teşekkürler.


Pazar, Ağustos 17, 2014

veciz sözler- barış bıçakçı

hayatımdakisevgiliinsan'ın rahatsızlığı nedeniyle evde geçirilen bir hafta sonu oldu. eskiden olsa gerilirdim, şimdi hoşuma gidiyor evde geçirilen zamanlar...
bolca dinlendik, yemek pişirdik, tatlı yaptık, diziye başladık (the locked room) ve okuduk. 
tatil düzenimi kaçırdı biraz, okuduğum sabit bir kitap yok, pek çok kitap var ara ara incelediğim. hal böyleyken, evlenince kitaplığıma eklenen kitaplara göz atıp, daha önce pek sevdiğim barış bıçakçı'nın incecik romanını seçtim bu iki gün için.
ilk 20 sayfada biraz zorlasa da, hasan'ın ortaya çıkmasıyla akıp gidiveren bir kısa roman, veciz sözler. bölüm ayrımları yok, 111 sayfalık bir anlatı. bölümlü kitapları hep daha çok severim ben esasen. "şu bölüm de bitsin" diye diye daha bir hızlı okurum....
barış bıçakçı'nın bu kitabında da, yine ankara atmosferi, yine edebiyat, yine yalnız ve biraz garip adamlar... altı çizilesi pek çok cümle ve paragraf var. ne yazık ki, ödünç alınmış bir kitapmış kendisi... ben de fotoğraflarını çektim en sevdiklerimin. eskiden olsa güzel defterlerimden birine yazardım... okumak ve yazmak konusunda fazlasıyla tembelleştim zaar...


aslında keyifsizim biraz... günün ağırlığından belki... 
17 ağustos hem de evlilik yıldönümü annem ve babamın. çocukkenki kutlamalarını hatırlıyorum...
yanımda hasta -sadece farenjit- yatan adama bakıyorum. 
annemi düşünüyorum...
çok sevdiğin hayat arkadaşına 4 ay hastanede bakmanın ve aslında ölümünü beklemenin ve kaybetmenin nasıl, ne kadar çok ağır olduğunu düşünüyorum...
insanın nasıl da her şeye katlanabildiğine, nasıl da devam edebilme gücü bulabildiğine hayret ediyorum bir kez daha...

çok sıcak, çok boğucu bir hava...
içimi de boğuyor...
bir yağsa...

Cumartesi, Ağustos 16, 2014

patara- kum tepeleri

hayatımdakisevgiliinsan hem instagrama hem de bloga kendisinin çektiği ve dolayısıyla olmadığı fotoğrafı koymama bozulduysa demek ki:




bu da ona sürpriz olsun :)

Çarşamba, Ağustos 13, 2014

solda güneş yükseliyordu güneye giderken-vol2

eh her izmir'li gibi, yılın 3 ayı sularda olmaya alışmış biri olarak, çalışma hayatıyla birlikte istanbul'a  gelince ayda yılda bir ayağımı sokabilir oldum denize. işbu nedenle yıllık iznimin bir kısmını muhakkak istanbul'un güneyinde geçiriyorum yıllardır. 
bu yaz da 4 çift aynı tarihlere ayarladık izinlerimizi ve beraber belirledik rotamızı. fethiye'de kalınacak, çevresi gezilecek ve son iki gün kaş'a inilecekti. 
(benzer tatili yıllar önce ailemle yapmıştım ben, sanırım 95'ti. 9 yaşındaymışım yani. gezerken anılarımın capcanlı olması ve o güzel günlere dönmek ayrıca hoşuma gitti...)
bayram için istanbul'dan izmir'e gelindi, ailelerle hasret giderildi.
sonra az izin alanlar istanbul'a geri gönderildi, o araya kızkıza tatil sıkıştırıldı foça'da.


sonra istanbul'dakiler yine geldi ve bu sefer izmir'den muğla'ya doğru yola çıkıldı. plansızca akyaka'ya uğranıldı önce.geçtiğimiz yaz, şahane zaman geçirdiğimiz bu yerin bunca yakınından geçip uğramamak, orman kampından aşağılara inip, doğanın içinde yüzmemek, bir waffle yememek olmaz denildi. akyaka öyle güzel öyle güzeldi ki; tüm rotayı bozup burada kalıvermek geçti bir an aklımızdan... 



ama daha kelebekler vardı görülecek, saklıkent sonra... yine çevirdik direksiyonu daha güneye.
dalyan-iztuzu'na gittik. caretta carettaların yumurtlama sahası olan uzun kumsalda, dalgalı denizde oynadık, eğlendik. geliş yolunda sağlı sollu gördüğümüz nar ağaçları ve nar suyu mekanlarını yazmıştık aklımıza, dönüşte nar suyu içmek için oturduğumuz nar danesi'nde harika yemekler yedik. 
akşam olunca fethiye çalış bölgesinde kalan pansiyonumuza gidip yerleştik. vojo beach otel. girer girmez ne fena bir yer olduğunu fark ettik esasen; ama, çok beklentimiz yoktu, ne de olsa sadece uyumak için kullanacaktık. ancak günler geçtikçe karşılaştığımız nezaketsizlik karşısında, pişman olduk orada kaldığımıza... neyse, tek derdimiz bu olsundu... ne de olsa bu konfor değil gezi-keşif tatiliydi. 
*ikinci gün kabak koyu'na gittik, hepimizin pek merak ettiği bir yerdi. fethiye'nin güneyine doğru, ölüdeniz, kelebekler vadisi yönünde devam ederek ulaşılabilen bir yer kabak koyu. araçla bir yere kadar ulaşılıyor. oradan sonra ya 5 tl ile aşağı indiren minibüsler ya da patika yoldan yürüme seçeneği var. 



biz yürümeyi göze alamadık ve minibüse binip zıplaya zıplaya indik aşağı. kabak koyu, deniz olarak güzel olmakla beraber, benim kafamdaki o komünümsü güzel hayat imajına hiç uymuyordu. bir beton havuz vardı mesela orta yerde, sonra gayet şehirli havada tesis bir tesis... neyse ki çadır bölgesine yaptığımız yürüyüşte, daha doğayla iç içe ortamlar görme fırsatımız oldu. 
akşam yine minibüsler arabaların yanına çıktık ve hemen oradaki 06 gözleme'de enfes manzarada enfes gözleme yedik; muhakkak tavsiye ederim.



akşamlara gelince, gece hayatıyla aram yok zaten, öyle bar/ club hiç hazzetmem. ama çalış baya kötüydü gerçekten. bir çay ya da bira içmeye oturulacak düzgün bir mekan bulmak mümkün olmadı. 
(fethiye'de turistik yer olmak açısından bir olmamışlık var maalesef... bunca turist ağırlayan bir ilçenin bu kadar sıradan kalması üzücü...)
*üçüncü gün ölüdeniz'e gittik. oldukça erken gitmemize rağmen tıklım tıklım doluydu (giriş araç başı 22 tl).
gidiş yolunda çocukken çekilmiş olduğum bu fotoğrafı yad etmemek olmazdı.



şezlong ve şemsiye hizmeti de ekstra ücretli olarak var ve ölüdeniz kurallarında "şezlong aralarına oturup 'müşteriler'i rahatsız etmemek" var! kapitalizme hoşgeldiniz!!!
biz de 'müşteriler'i rahatsız etmemek için bir ağaç altına eşyalarımızı bırakıp biraz yüzdük. aramızda yamaç paraşütü yapacak babayiğit çıkmadı belki ama, grupça muz'a binip eğlendik:) 
sonra, 1'de kalkacak kelebekler vadisi teknesine yetiştik. yarım saat süren yolculuk sonunda kelebekler vadisi'ne vardık. hemen şelaleye yürümeye başladık. bu yol çok güzel! kaplan kelebeklerinin gizlendiği oyukları geçe geçe yarım saate yakın bir sürede şelaleye ulaştık. buz gibi suyun altına girdik. daha fazla ilerlemek profesyonel dağcılık gerektirdiğinden sahile dönüp turkuaz sulara attık kendimizi.




5'te kalkan teknemizle de ölüdeniz'e geri döndük. hatırlatmakta fayda var ki; bazı teknelerin biletleri vadiye girişte geçerli değilmiş ve şelaleye yürümek için yeniden 5 tl ödemeniz gerekiyormuş. seçtiğiniz tekneye dikkat etmek önemli yani!
ölüdeniz'de biraz plaj voleybolu oynayıp, yeniden yüzdük. 
sonrasında da fethiye merkezdeki balık haline gidip güzel bir sofra kurduk. balıklar ve diğer deniz mahsullerini halden kendimiz seçip alıp, reis restorana oturduk. epey kalabalık bir yer; ama oldukça memnun ayrıldık biz. mezeler, salatalar oldukça lezzetli; saz ekibi tüm hali geziyor; ama bizim buralarda alıştığımız gibi kulağımızda zurna çalıp "para para" diye yapışmıyor. bir de gecenin sonunda bir helva yedik ki burada; ben ömrümde böyle güzel tat görmedim!!!



*dördüncü gün, muğla'nın olmazsa olmazı tekne turu günüydü! biz 8 kişi olduğumuzdan, kendimize özel bir tekne kiraladık (500 tl). fethiye limandan sabah çıktık yola, 3 koy gezdik toplamda. 



akşam yemeği, yine fethiye merkezde dutağacı restoran'da yedik. pideler harikaydı! yemekten sonra sahil boyunca dizilmiş mekanlardan biri olan osmanlı kahvecisi'ne oturduk. dekor, müzik sunum, ve lezzet açısından çok memnun kaldığımız bir yer oldu.
*beşinci gün benim 19 yıl sonra hala heyecanla hatırladığım ve tüm grubun da hevesle görmek istediği saklıkent'e doğru yola çıktık. ve fakat ne yazık ki, kanyonun ileri bölümlerindeki yağış nedeniyle sadece girişteki soğuk suya ayaklarımızı soktuk, ilerlemek yasaktı. (bilgi için; müzekart geçmiyor, tam 5- öğrenci 2,5 tl.) bu durum epey moralimizi bozdu... sonra civardaki gizlikent'e gittik, doğanın içinde 20 dk bir yürüyüş sonunda şelaleye ulaşılan güzel bir yer burası. çıkışında/ girişinde sedirlerde alabalık yenebilen yerler var. oraya kadar gelmişken aslında bir sonraki gün gitmeyi planladığımız patara'ya geçtik. 



patara arkeolojik kazı alanı; ama sıcak nedeniyle oraları gezmek yerine kendimizi o uzun meşhur kumsal ve denizine attık kendimizi. kum tepelerinden atladık sonra; çocuklar gibi eğlendik.


planımız şaştığı için, saçma bir şekilde taaa çalış'a döndük akşam. eşyalarımız pansiyondaydı ve çıkış sabah görünüyordu.
*altıncı gün, sabah nihayet vojo beach hotel'den çıkış yaptık ve yeniden dünkü yollardan geçip kalkan'a geldik. kalkan'a gelir gelmez, fethiye'den sonra nezih bir turistik beldede olduğumuzu hissetmek güzeldi! şehir merkezindeki mavi bayraklı halk plajında yüzdük; şaşırtıcı biçimde suyu serindi. ardından kaş'a doğru devam ettik. kaş'a varmaya yakın, benim yine o çocukluk tatilimden aklımda kalan kaputaş'a uğradık. 189 basamak inip masmavi sulara attık kendimizi.  



sonra yola devam ettik. kaş girişinde konaklayacağımız can mokamp'a  uğrayıp, çadır kampında biraz zaman geçirdik. bakmayın çadır kampı dediğime; samimi insanları, zevkli dekorasyonu, sevimli kedileri ile çok güzel bir yer. 


kaş'ta biraz zaman geçirmek üzere dışarı çıktık. merkezi çok güzel kaş'ın. her mekan zevkle döşenmiş, her sokağı güzel. hatıra- hediyelik açısından da oldukça zengin. merkezde küçük çakıl plajı var; çok çok küçük, pek yüzülesi değil. ama biraz yürümeyi göze alınca büyük çakıl plajı var ve orası gayet güzel. 


o yolda bir de bir minibüste bir köfte ekmek var ki!!! nasıl bir lezzet o öyle! 6 lira hem de! alper pehlivan'ın yeri adı. uğramadan geçmeyin!


akşam soma'ya destek maçına denk geliyordu, merkezde palmiye cafe'de maç izledik ve yeniden kampa döndük.
*yedinci ve son gün! kampta kahvaltının ardından oradan ayrıldık; yelken kulübünün plajına gidip biraz yüzdükten sonra, malum "ertesi gün seçim var, yol da epey uzun" diyerek öğleden sonra çıktık yola...


denize doyduğum, yorucu ve fakat çok güzel bir tatildi. kaş'a daha çok zaman ayırabilmiş olmayı ve saklıkent'e bir kez daha gidebilmiş olmayı isterdim yalnızca. her ne kadar, "bir daha bu kadar güneye inmeyeceğim, çok sıcak" diyip dursam da kaş ve saklıkent için belki gidebilirim bir kez daha;)

Pazar, Ağustos 10, 2014

benim dengemi bozmayınız!

denge

sizin alınız al inandım
sizin morunuz mor inandım
tanrınız büyük amenna
şiiriniz adamakıllı şiir
dumanı da caba

bütün ağaçlarla uyuşmuşum
kalabalık ha olmuş ha olmamış
sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
ama sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız

aşkım da değişebilir gerçeklerim de
pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
yangelmişim diz boyu sulara
hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle dövüşemem
benim bir gizli bildiğim var
sizin alınız al inandım
morunuz mor inandım
ben tam kendime göre
ben tam dünyaya göre
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız.

(turgut uyar)