Pazartesi, Mayıs 30, 2011

ceci nest pas une pipe

belçikalı gerçeküstücü ressam rené magritte'den:

İmgelerin İhaneti, 1928-29


Golconde, 1953

Pazar, Mayıs 29, 2011

nezaket istiyorum!


toplum olarak kabalaşmamız, kimsenin birbirini düşünmediği bir dönemde oluşumuz değil burada bahsedeceğim...
ben, beni kıran yakınımdaki insanlardan bahsetmek istiyorum. sıklıkla iletişimde bulunduğum hayatımda "olan" insanların düşüncesizliklerinden...
halet-i ruhiyemi daha anlaşılır kılmak için, örnekle taçlandırayım anlattıklarımı.
farz-ı misal, bir bayana "kilo mu aldın?" diye sormak, birinin dış görünüşünü malzeme yaparak çevredekileri güldürmeye çalışmak (dış görünüşle ilgili aydanatlayankedi'nin başarılı bir yazısı var yakınlarda), kırılacağını tahmin ede ede densizce/ ayarsızca ithamlarda bulunmak (örnek: "ezgi de hemen pes eder.")...
gereksiz davranışlar bunlar... insanı inciten... karşı taraftan soğutan...
herkes bi haddini bilebilir mi lütfen!!!
not: evet, kızgınım.

bağlaç olan "de"yi bitişik yazandan feriştahı olsa soğumak!

ilkokul öğretmenimin bu konu üzerinde ziyadesiyle durmasından mıdır nedir; pek çok yazım yanlışı ile beraber, özellikle bağlaç olan "de"nin yazımı konusunda adeta takıntılıyım!
hele bir de bu hataları yapan türkçe öğretmenleri/ sınıf öğretmenleri ve gazeteci yazarlar var ... bunları gördükçe ayrı bir üzülüyorum.

polyanna kuaför olursa:


"saçlarınız az değil aslında; ince telli."
der.

Cumartesi, Mayıs 28, 2011

sevgili izlediğim bloglar,

2-3 gün girmeyince amma da ne biçimli birikiyor okuyacağım yazılar.

çok keyif alıyorum bee yazdıklarınızı okurken! iyki varsınız ;)

hem de ne biçimli öğreniyorum.

not: lakin, bir haftadır "yorum yapamama sorunsalıyla" uğraşıyorum. kendi blogum da dahil "url" olmayan bloglara yorum yapamıyorum. umarım geçici bir hatadır...

memuriyet zırvalıkları

sevgili özel sektör çalışanları,
evet memuriyet rahat. kendini güvende hissedebilmek, düzenli maaş, uygun çalışma saatleri gibi avantajları var. ama, tüm bu avantajlar bir yerden sonra dezavantaja dönüşebiliyor.
nasıl mı? durun, anlatayim:
insanın temel ihtiyaçlarından biri "takdir edilmek"tir bana göre. ve kamu çalışanıysanız terfi ya da zam gibi, işe motivasyonunuzu artırabilecek faktörlerden mahrumsunuzdur.
çalışanla çalışmayanın ayrımı yoktur. bu nedenle, bir süre sonra "milletin enayisi ben miyim la?" diye sorgulamalara başlamak, öfkelenmek ve nihayetinde çabalamaya son vermek kuvvetle muhtemeldir.
işe başlayabilmek için gerekli olan lisans eğitimini tamamlamak dışında kendininizi geliştirmek için yaptığınız tüm o faaliyetlerin devletin gözünde hiçbir değeri yoktur (yabancı dil bilgisi, yüksek lisans, edindiğiniz sertifikalar, deneyimleriniz...)
örneğin, aralıktaki kpds'den 83 aldım, yani B gurubundayım. ve devletimizin bana verdiği dil tazminatı aylık 32 tl ! yüksek lisans yapmış arkadaşlarımın da aylık 50 tl ekleniyor maaşlarına!
oysa, şirketlerde çalışan arkadaşlarımın aldığı dil tazminatını, gittiği tango kursunun şirket tarafından karşılandığını, tky kapsamında yapılan etkinlikleri, şirketin alt katında spor salonlarının olduğunu duyuyorum...
toplumu eğitmek görevini üstlenen bir meslek mensubu olarak öğretmenler ve topluma hizmet eden memurlar, amann sakınn kendini geliştirmesin, niteliklerini artırmasın! ne gerek var ki!
inanın, artık her gidişimizde sinirlendiğimiz devlet dairelerinde çalışanların kazuletliğini anlıyorum artık!

Çarşamba, Mayıs 25, 2011

maviş'in bebeği


çocukluğumda okuduğum bir kitap vardı... ablamdan bana kalan...

hikayesi şöyleydi:

"maviş adında bir köylü kızı annesiyle beraber bez bebekler diker ve satar. bir tane bebeğini çok sahiplenir ve onu köylerini ziyarete gelen bir turist kıza satarken çok zorlanır."

çok sevdiğim ve okurken hüzünlendiğim bir kitaptı. ancak sahaflarda o kadar aramama rağmen, o kitaba bir türlü ulaşamıyorum. sahafları geçtim, öyle bir kitabı internette bile bulamıyorum. adını yanlış hatırlıyor olabilirim. hikayeyi tanıyıp bana yardımcı olabilecek birileri varsa çok mutlu olacağım!

Pazartesi, Mayıs 23, 2011

bazen çok aşık adamlar görüyorum...

bu hafta üstüste "euphoria of the soul" ve "kahraman ikarus"ta benzer temaları okuyunca, kendi "çoksevilme gereksinimim"le yüzleştim yeniden...

canım yandı.

otobüs maceralarım



yavaş yavaş dolmuş- tramvay- metro- metrobüs dörtgeninden sıyrılarak otobüsleri de kullanmaya başladım. ve böylelikle yeni ve bir o kadar da müthiş(!) maceralara atıldım.

("anlatsam roman olur" denir ya böyle durumlarda. ne alaka ki? hayatının fazlaca olaylı, şaşılası olduğunu ifade etmek isteyen görmüşgeçirmiş insanlar da pek sever bu kalıbı. oysa ki roman'ın tanımı zaten "gerçek/ gerçek olabilecek olayları anlatan..." gibi birşeydi. yani, romanda anlatılan şey çok ekstrem olmak zorundaymış gibi davranmaya gerek yok bence.)

neyse, bugün yaşadıklarımdan bi kuple size:

@ halkımızın tahammülsüzlüğünü gözlemlemenin en mümkün olduğu yerlerden biri, sanırım, toplu taşıma araçları... şoföre ve diğer yolculara patlamak için hazır bekleyen o kadar çok insan var ki... ne atışmalar, ithamlar, imalar... şaşıyor insan. nerden geliyor bunca öfke, şiddet?

@ peki ya "ters koltuklar"a ne demeli? hadi dörtlüleri anladım diyelim de, arkalara doğru ikili var bir tane ters olan. onda amaç ne ola ki? iyice zorluk yaratmak niye?

@ bi de şu var; pekçok genç varsa da -hatta benden gençler de varken- yaşlıların ille bana meyletmeleri... gözleri ya da sözleriyle yer istemeleri benden... sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. yaş aldıkça "gençlik" kavramı da değişiyor ya insanların gözünde. 50- 60 yaşüstü birinin gözünde "yer verecek yaşta" olmam, genç gösterdiğimin bir kanıtı olmasagerek..


beni bloglarla tanıştıran hayatımdakisevgiliinsana...

ne güzel yazardın sen...
yine yaz...


http://wasowsky.blogspot.com/


Pazar, Mayıs 22, 2011

annem annem/ sen üzülme/ sözlerin hep yüreğimde...



herkesin annesi gelince, evi dip temel temizler, çılgın gibi yemekler yapar, aylarca yetecek kadar deepfreeze'e depolar, eve yeni bir düzen yeni bir tarz getirir...

benimkinin sabah uyanır uyanmaz, ilk cümlesi:

"bugün nereleri gezicez?"

te allahım!

neyse, ben onun bu halini seviyorum zati :)

Cumartesi, Mayıs 21, 2011

kabul ediyorum: sen büyüksün, istanbul!!!

çok yeniyim bu şehirde... üstüne üstlük, izmir'i ne çok özlediğimi de bilenler bilir...

lakin, bir yandan da, buraya günbegün alıştığımı, bağlandığımı fark ediyorum. gezip gördükçe, tanıdıkça neredeyse hayran oluyorum... yeni bir istanbul sakini olarak bana istanbul'u sevdiren mekanları, semtleri paylaşmak istiyorum sizlerle. pekçok "yapılacaklar listesi" var istanbul için. işte bu da benimki:

yeni başlayanlar için istanbul:

@ yeniköy: istanbul'da kendimi en huzurlu hissettiğim yer. sarıyer'de istinye ve tarabya arasındaki sahil semti. kahvaltı, çay ve balık için ideal. emek kahvesi, yeniköy kahvesi ve yeniköy spor kulübü oturulabilecek ideal mekanlardan.

@ kabataş: iskeledeki tahta iskemleli köfte ekmek/ sucuk ekmekçi. ve oradan beşiktaş ve ardından ortaköy'e yürümek. ortaköy'de dev leziz waffle.

@ tarihi yarımada: kapalıçarşıdan sultanahmet'e yürümek, gülhane parkında gezmek, tepede çay/ kahve içmek, oradan sirkeci yönüne yürümek. hala gücünüz varsa, galata köprüsünden yürüyerek istiklal caddesine çıkmak.

@ caferağa medresesi: yine tarihi yarımada'da gülhaneden topkapıya çıkan yokuştan sağa dönünce işte o ara sokakta. eski türk sanatlarının eğitiminin verildiği, çay- kurabiye keyfi yapabileceğiniz sakin huzurlu mekan.

@ jadoré: istiklal'de galatasaray lisesini geçince 2. sağ arada bulunan müthiş çikolata ve şarap evi. fransızca müziklerle, leziz tatlılarla, şık dekorasyonuyla mest olabilirsiniz.

@derebalık: anadolu hisarı'nın ayağında dere kenarında konumlanmış sade balık lokantası. huzur bulmak için ideal, hele bu mevsimde...

Cuma, Mayıs 20, 2011

dizilerden ikoncan yaratma huyumuz

bihter'den sonra yeni ikoncanımız hürrem mi?

her bi yerde hürrem yüzüğü, hürrem bilmem neyi...

iki dakka abartmayın bir şeyi de, anında ticarete dökmeyin!

hepsini geçtim de, ekmek fırını camındaki "hürrem ekmeği" duyurusu ne ola ki?

sözlükten bir alıntı



cumhuriyetin kurulduğu yıllarda dağıtılan adab-ı muaşeret kitaplarından biri der ki:


"vapurda, trende, tramvayda, tünelde hülasa bütün nakil vasıtalarında yanınıza rastlayan bayanı öyle yiyecek gibi süzmeyiniz. o bi mod mankeni değildir ki üstünü başını seyredesiniz."


günümüzde her toplu taşıma taşıtına asılmasını şiddetle tavsiye ettiğim kuraldır.

Cuma, Mayıs 13, 2011

blog'u tweeter'laştırmak- 4



@ iş bankasının sağlık imkanlarından yararlanırken, doktora gitmek hobimdi adeta. içimde en ufak şüphe kalmasın isterdim, gideyim bir şey yoksa içim rahat etsin; varsa da erkenden tanılansın, tedavi edilsin.. bir nevi hipokondriazis... çocuk yaşta babamı kaybettiğimden belki de… şimdi anlıyorum ki, evhamlı olmak lüksmüş meğersem. şimdi bir doktora gitmek, tahlili ilacı derken 100-200’ü bulunca evhamdan eser kalmadı. burada iyi doktor, hastane bilmemek de cabası…
@ şu öpüşme eylemi çalıştığım yerde (bağcılar göztepe’de) yapılsaydı keşke… böyle değişik fikirler geliyor aklıma. Tutucu, rahatsız edici yerlerde ilgiç açılım/ atılımlar yapılsın.. ne bileyim, haftada birgün 100- 150 üniversite öğrencisi gelsin, renkli kıyafetleri, saçlarıyla halkla kaynaşsın, sonra turist kafileleri getirilsin. Bölge sakinleri görsün, tanısın, alışsın…


@ kitaplar için güvenilir bir referansa ihtiyaç duyardım hep. Bi nevi “imdb’nin kitap versiyonu” arayışındaydım. Bugün bloglardan birinde rastladım ve sanıyorum ki, aradığımı buldum:


http://www.neokudum.com/


sizlere de faydalı olması dileğiyle;)

gereksiz tespit. arayıp da buldum- volume 2 (tesadüfler-4)



biriyle telefonda konuşurken telefon aniden kapanır. hemen geri ararsın, ama meşguldür, çünkü o da seni arıyordur. “o da beni arıyor, bekleyim de arasın” diye kapatırsın, aramasını beklersin ama aramaz. çünkü, o da aynı şeyi düşünmüştür.


3-5 dakika sonra “uff, o da benim gibi düşündü galiba, benim aramamı bekliyor” diyip yeniden ararsın, ama o da ne, yine meşgul. çünkü, yine, aynı şeyi düşünmüştür o da…



neymiş; biriyle telefonda konuşurken aniden kesilirse, harekete geçme, o arasın diye bekle ki böyle bir karmaşaya mahal verme.



ama bi dakka ya; ya karşı taraf da böyle düşünürse?



beklentilerim kırıyor beni..

“pazar günü taşınıyorum” dediğimde, “bir şeye ihtiyacın var mı” dan çoktan geçtim de, “veli toplantısına tüm öğretmenler katılıyor” diye kestirip atılmasaydı keşke… kırılıyorum ben… biraz destek bekliyorum sanırım… ne bileyim babacanlık falan… artık yok mu öyle şeyler?


komşulardan, evsahibimizden de bekliyorum mesela… burda yalnız olduğumdan sanırım… ihtiyaç duyuyorum yani…


kaldı ki, ben bu kadar özenliyken… doktor işimi bile mesai saatleri dışında halletmeye çalışmak, asla rapor, mazaret izni almamak, gıda zehirlenmesi halimle bile çalışmak (ki bilenler bilir ne menem bir şey olduğunu) gibi ayrıntılara dikkat ederken…


dokunuyor bana...

Pazartesi, Mayıs 09, 2011

bir şey daha var bütün yaptıklarından başka...

Bir sır daha var , çözdüklerimden başka


Bir ışık daha var , bu ışıklardan başka


Hiçbir yaptığınla yetinme , geç öteye


Bir şey daha var , bütün yaptıklarından başka



Ömer Hayyam

Pazar, Mayıs 08, 2011

bir pazar farkındalığı..





Küçükken hiç bitmeyen hayallerim, isteklerim vardı. Dans etmeyi öğrenmek, gitar çalmayı öğrenmek, yamaç paraşütü, sörf öğrenmek, İtalya'ya gitmek, uzakdoğuya gitmek, rafting yapmak… Ama zamanım, param ya da imkanım vs. yoktu, hep engel vardı… Şimdi İstanbul’dayım, yapmak istediğim her şeyi yapmak için sınırsız imkan var bu şehirde, zamanımın çoğunu bana bırakan bir işim var (çok şükürJ), isteklerimi gerçekleştirmeye yetecek maddi imkanım var (çok şükürJ). Ama, geçmişte hep istediklerim için büyük bir hevesim yok şimdi de… Yakın zamanda fark ettim bunu; üzüldüm…



Bir de tam alakalı değil, ama, çağrışım yaptı; onu da yazayım. Çocuk Suçlarını Önleme Derneği’nin bir eğitiminde “Çocukken her şey olmak isteyebilirsiniz; balerin, dansçı, astronot, bilimadamı…. Buna hakkınız vardır. Ve şansınız da vardır..” tadında bir görüş sunmuştu biri… Haklıydı..



Pazartesi, Mayıs 02, 2011

Nice Mutlu Yıllara Sevgili Blogum ;)

Okumayı ve yazmayı öğrendiğimden beri, ikisini de çok seviyorum. Ortaokulda -ilk ergenlikte- hani şu hayalperest olunan dönemde (psikoloji- eğitimbilim eğitimi alanlar bilir: “idealist düşünce”den bahsediyorum.) kitap yazma hayalim vardı. Kitapların büyülü, çekici dünyasına gömülmüştüm. Kendimce yazıyor ve kitabımın çıktığını hayal ediyordum. Biraz daha büyüyünce bir kitap yazmanın gerektirdiği bilgi birikimi ve emeği idrak ettim ve “bir gazetede köşem olsun, öyle ciddi bir şey de olması gerekmez, pazar eki olsa bile yeter” diye söylenmeye başladım. Kendime güç vermek için de fütursuzca Ayşe Arman, Tuğba Akyol’un yazdıklarını küçümseyip “ne var bunda, ben de yazarım böyle yazılar” deyip burun kıvırdım. Sonra, üniversitede “psikoloji dergilerinde yazayım bari, her ay olmasa da arada bir, bir makale yazarım” isteğine kapıldım. Ama genel kişilik özelliğim gereği (ataletJ), hiçbiri için harekete geçmedim…

Sonra okul bitti, iş hayatı başaldı, yazma isteğim hiç azalmadı...

Bilim çağının insanlara velinimeti olan, daha önce ulaşamayacakları pekçok fırsata ulaşmalarını sağlayan bir hizmet olan internet ve onun sayesinde hızla gelişen sosyal medya sayesinde yazabilmenin ve insanlara ulaşabilmenin yolu olan blogları keşfettim sonra…

Ve blogumun doğumgünü bugün!

1 yıl oldu blog yazmaya başlayalı, hayatımın güzel girişimlerinden biri olarak değerlendiriyorum bu süreci.

Blogların yazanlar ve takip edenler arasında güzel ve yararlı bir iletişim ve karşılıklı öğrenme fırsatı yarattığını düşünüyorum. Yazmayı, paylaşmayı bunca seven biri olarak çok hoşuma gidiyor.



Ve ben bugün, ilk başta, blog açmam için teşvik ve teknik desteğini esirgemeyen hayatımdakisevgiliinsan’a ve bu süreçte bana destek olan herkese, tüm okurlara ve izleyicilere, yorumlarıyla mutlu edenlere şükran borçluyum;) okurlar olmasa/ paylaşım olmasa bu kadar anlamlı olamazdı...