Pazartesi, Nisan 11, 2011

mutlu yaşlanabilmek


gezip gördüğüm kadarıyla, refah düzeyi yüksek/ gelişmiş ülkelerde yaş ilerlese de yaşam sevinci devam ediyor.

yurdumuzda maalesef aksi bir durumu gözlemliyorum ben. anne baba olmakla başlayan ve nene dede olmakla doruk noktasına ulaşan bir "kendinden, yaşayacaklarından vazgeçme" sözkonusu sanki.

basitçe açıklayacak olursam; avrupa'da, 70 yaşındaki dede ve nine bisiklete biniyor, tatile gidiyor, espiriler yapıp gülüyor, hayaller kurabiliyor, planlar yapabiliyor vs.

işin elbette "ekonomik imkanlar" boyutu var ama bence tek neden bu olamaz. yaşlılıkta yaşam doyumunu etkileyen kültürel öğeler de var... bir şeyler eksik bizde.
bu bir "batı özentisi" olarak anlaşılmasın ama, kızdığım çok şey var bizde. kaliteli yaşamamızı engelleyen alışkanlıklarımız, bilinçsizliğimiz, okumayışımız, kendimizi geliştirmeyişimiz, tüm bunlara gerekçe olarak ekonomik imkansızlıklarımızı öne sürüşümüz... (sahilde/ kırda/ bayırda yürüyüş yapmak, gün batımını izlemek, şarkı söylemek vs. paraylaymış gibi...)


(işin bilimsel boyutunu burda anlatmayacağım. psikoloji ile ilgilenenler erikson'a ve onun psikososyal gelişim kuramına aşinadır. meraklılarına kuramı ve özellikle gelişimin sekizinci evresi olan "benlik bütünlüğü/ umutsuzluk" kısmını okumalarını, naçizane, öneririm.)

hızla değersizleşenler...

haftasonu, elektronik & teknolojik aletler satan bir merkezde, dikkatimi çeken çok fazla şey olmadığı için hafiften sıkıntıyla, hayatımdakisevgiliinsan'ın işinin bitmesini beklerken, film ve müzik cd'lerinin dvd'lerinin olduğu reyonu fark ettim bir anda. reyona gittim ve ilk gençliğimin -ve hatta çocukluğumun da- en büyük zevklerinden birini yaşadım yeniden. karşıyaka iskele'nin üstündeki d&r'a giderek, üst katta saatlerce kitaplara baktıktan sonra alt katta saatlerce kasetlere cd'lere bakmak... yeni yeni müzik türleri, şarkıcılar keşfetmek...

pekçok yaşıtım gibi ben de, 10-18 yaşlarım arasında harçlığımın bir kısmıyla kaset/ cd alırdım büyük keyifle. günlerce, ezberleyene dek döndüre döndüre dinlerdim. sevdiğim tüm sanatçıların albüm adlarını, hangi albümde hangi şarkıların bulunduğunu (hatta sırasıyla), şarkıların söz müziklerinin kime ait olduğunu vs. bilirdim.

sonra üniversite yılları. internetle tanışma. msn'den, internet sitelerinden ya da flash belleklerle/ yazılan cd'lerle arkadaşlardan edinilen şarkılar... çok fazla çaba harcamadan sahip olunan ve tüketilen, değerini ve anlamını yitiren...

içim buruk benim. internetin hayatımıza kattıklarıyla hayatımızdan götürdüklerinin muhakemesini yapıyorum sıklıkla...

not: tam da bunları düşünüp sıkı bir arşiv yapma hayallerine kapıldığım o günün akşamında, (hayatımdakisevgiliinsan bu düşüncemi sahiplenici-kapitalist zihniyetle bağdaştırıyor galiba ama) ev arkadaşımın evimize on numara bir müzik cd'si almış olması ise "la vita e bella" dedirten an olmuştur.


ah, bu ben kendimi...

ortaokuldayken sabahları okul servisinin gelişinden 5 dk önce hazır olunca, o süreyi okuyarak değerlendirirdim...

geldiğim şu noktaya inanamıyorum...

kitaplığımda okunmayı bekleyen en az 20 kitabım var, hepsi de birbirinden değerli, "okunmazsa olmazlar"dan...

aklımda bir sürü kitap; klasikler, yeni çıkanlar, mesleki kitaplar...

bir ara, okuduğum kitapları blogumda paylaşma, böylelikle daha fazla okuma sorumluluğu hissetme buluşum vardı; o da işe yaramadı. ne yapmalı?

istanbul arkeoloji müzeleri


yedinci sınıf öğrencilerimizle müze ziyaretine gittik. onlar gibi benim de ilk gidişimdi, keyifliydi. müze, -osman hamdi bey'in büyük çabalarıyla- osmanlı'da müzeciliğin başlangıcı olması açısından oldukça önemli. bu konudaki ayrıntılı bilgiyi emre caner'in "kaplumbağa terbiyecisi" kitabından keyifle okuyabilirsiniz.

ziyaretimiz esnasında dikkatimi çeken en önemli nokta; çocukların müzeyi ilgiyle ve merakla gezmeleri oldu. yaşayarak ve farklı yöntem tekniklerle öğretimin önemini ve yararını ayrımsadım yine.

bir diğer nokta ise, benim de gezerken büyük keyif almam ve çocukların sorularını rahatlıkla cevaplayabiliyor olmamdı. arkeoloji, uygarlık tarihi hakkındaki bilgimin boyutuna inanın ben de şaşırdım. (bilenler bilir, psikolojide "gizil öğrenme" diye bir kavram vardır; sanıyorum bu durum oraya atıfta bulunuyor.)

bir de içimi burkan bir nokta oldu: çocukların hemen hepsi ilk defa sultanahmet, gülhane bölgesine geliyorlardı. gülhane parkında koşarkenki sevinçleri görülmeye değerdi...