Çarşamba, Ağustos 31, 2011

hayaller hayaller...


küçük, sevimli bir evim olsun...
küçük, süslü ve çiçekli bir balkonu olsun evimin... (mis kokulu nergisler, yaseminler...)
mis gibi koksun...
üzerinde güzel bir örtü ve şık bir saksıda mis fesleğen olan, küçük, bir masa olsun balkonumda ve masanın çevresinde küçük pembe sandalyeler...
rengarenk...
yılın altı ayı akşam yemeklerinden sonra sevdiklerimle tavla oynayıp çay içtiğimiz güzel bir balkonu olsun istiyorum güzel evimin...

hindistan'dan 4 kural:

İlk kural:

Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur; hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.

İkinci kural :

Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiçbir şey, hem de hiçbir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. "Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı" gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır; dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.

Üçüncü kural :

İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırızdır.

Dördüncü kural:

Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğumuz bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.

* Kendine iyi bak. Tüm kalbinle sev. Sonuna kadar hayatın tadını çıkar. Hayatındaki her gün bir hediyedir, kıymetini bil.

(alıntıdır)

Cuma, Ağustos 26, 2011

çikolata sosu


nihahaha:)
jadoré, pelit, kahve dünyası vs.'nin sırrını çözmüş bulunmaktayım!
hani pastaların üzerine/ tabaklara böyle çikolata sosu gezdiriyorlar da tadına doyum olmuyor ya, dün ondan yaptım! hem de nasıl kolay nasıl hızlı. sadece bir küçük paket sıvı kremanın içinde 200 gr bitter çikolatayı eritiyoruz; o kadar.
tarif sevgili mine'den :
tarifteki kek de acayip lezzetli. ben tereyağına ve keklerde 2'den fazla yumurtaya önyargılıydım aslında. ama, mine'ye güvenerek denedim ve bu konuda önyargılarımı tamamen yıktım!
deneyin, pişman olmayacaksınız;)

Perşembe, Ağustos 25, 2011

hem bu kadar pimpirikli hem bu kadar dağınık...

aferin bana!

aylar öncesinden araştırıp, her şeyini didik didik öğrendiğim marmara

üniversitesi
tezsiz yükseklisans başvurularını unutup kaçırmış bulunmaktayım!

biri zamanında "bu kadar not almak beynini tembelleştirir" demişti.
haklıymış megersem...
yerindeki takvimime işaretleyince, nasılsa oraya hep bakıyorum diye kafamda
gerilere itmiştim.
sonra da, bayram tatiline baka baka, o takvim uzun süredir
eylülde kalmış...
bu iş, bu yıl da "seneye nasipse"...

blogsever

blog yazmaya başlamama vesile olan ve sonrasında da bu konuda beni hep destekleyen hayatımdakisevgiliinsan şöyle dedi:

"blog takipçisi olmak, facebooktan arkadaş olmaya benzemiyor.. . şöyle diyeyim ya da:
biri televizyon izleyicisi diğeri kitap okuru gibi...
blogcular daha bağlı ve ilgili birbirlerinin yazdıklarıyla…
nitelikleriyle…"

çok doğru bir tespit bence de.

uykuya hasret modern insanlarız

21. yüzyıl insanları olarak "uykuya hasret" gidicez bu hayattan, yemin ederim.
şimdi biraz araştırdım da "yeterli uyumamak" nelere nelere yol açıyormuş meğersem. "bu konuya biraz dikkat edelim" derim ben şahsen.

(Glaskow Üniversitesi, Fizyoloji Bölümü Şefi Profesör Colin Espie'nin röportajından alıntıdır: "24 saat yaşam kavramı yerleştikçe ve gece vardiyası yaygınlaştıkça uyku süresinden çalma alışkanlığı yerleşti. Evlerde video, televizyon izlemek, internet ile uğraşmak, geceleri dışarı çıkma olanaklarının ve eğlence türlerinin artması bu süreci iyice hızlandırdı.
....
Son yapılan bir araştırma, gelişmiş ülkelerde insanların bilinçli bir şekilde uyku sürelerini azalttığını ortaya koydu. Bilim adamlarına göre yetersiz uyku, yanlış beslenme ve hareketsizlik gibi insan sağlığını ciddi bir biçimde tehdit ediyor. Ayrıca zamanında uyumamak da uykusuzluk kadar zararlı.
...
Bir araştırmaya göre, uykusuzluk sorunu arttıkça merkezi sinir sisteminin ana içeriği olan gri maddenin miktarının azaldığını da gözlemledi.
...
Aşırı kilo kaybı, kronik yorgunluk ve daha bir çok yaşamı felç edecek düzeydeki hastalık uykusuzluğa bağlı olarak görülebilmektedir.
....)

Çarşamba, Ağustos 24, 2011

hakan günday-az'dan

“eğer bu dünyada bir yerlerde, insanlar çocukları bombalıyorsa, bunu bilmeye gerek yoktu. o dünya zaten yanmış çocuk eti kokardı.

eğer bir yerlerde, başka çocuklar açlıktan geberip gidiyorsa, bunu da bilmeye gerek yoktu. o dünyanın zaten açlıktan nefesi kokardı.

ve çocukların burunları bu kokuları alır, ergen öfkesi olarak da geri verirdi. ta ki burunları yetişkin uysallığıyla tıkanana kadar.”

çocukken "hipermetrop"u anlamayan kaç kişiyiz?


"uzağı görmekte zorlanmak" iyi tamam da, bi insan uzaktakini görebilirken daha yakındakini niye göremesin ki?
diye düşünen tek çocuk ben değildim di mi;)

Pazar, Ağustos 21, 2011

hakan günday-az

yılın 8. ayı biterken 6. kitabımı bitirdim ben ancak...


oldukça hareketli ve akıcı, zekice kurgulanmış bir roman...
ama sanıyorum ki, fazlasıyla "roman".
hepi topu 10-15 karakterin hayatlarının kesişiyor olması başlarda şaşırtıp hayran bıraksa da, sonlara doğru "yok artık, bu kadar da olmaz" hissi yaşatıyor... gerçeklikten uzaklaşıyor sanki biraz.
biraz da "sert". kan, acı, acımasızlık hiç eksik olmuyor...
karakterler hiç sıradan olmayan, oldukça ilginç kişiler. mezarlara su dökerek para kazanan çocuklar, tarikat üyeleri, korsan kitapçılar, sado-mazolar vs...
yazarın dili kullanışı ise oldukça hoş.
daha önce okuduğum hiçbir kitaba benzemeyen sıradışı iki hikaye... iç içe geçen...
özellikle de hareketli ve sıradışı öyküleri sevenlere -naçizane- tavsiye olunur.

güzelsin istanbul - 2

bir hafta içinde caddebostan, osmanbey- nişantaşı, istiklal- tünel, kuruçeşme-ortaköy ve üstüne tarihi yarımadada gezince insan, istanbul'a aşık olmasın da ne yapsın? söyleyin, a dostlar...
dokuz eylül yükseklisans başvuruları geçip gitti... düşünmedim bile "başvurayım mı" diye, "seneye" dedim. yine...
"bir yıl daha geçirince ya hiç dönemezsem" kaygısı var beynimde bi yerlerde... derinlere bastırsam da...
istanbul'da mutlu olmaktan başka nedenler de var izmir'e dönüşü askıya almamda... burda anlatamayacağım nedenler...
"bir süre düşünmeyim" diyorum bu konuyu... "su akar yatağını bulur" ya hani...
ne kadar planlasak da hep hesaba katmadığımız bişiler çıkar da sapar ya planlar zaten... "akışına bırakayım biraz" diyorum...




o değil de,
cuma akşamı kuruçeçme arena'da leman sam ve kızları'nı izleyen/ dinleyen şanslı kişilerdenim ben!
mekana ilk gidişim ve büyülendiğimi söyleyebilirim rahatlıkla...
leman sam ve kızlarına gelince, doğallıkları, bitmeyen enerjileri, sonu gelmeyen yetenekleri ile dolu dolu bir konser sundular bize...
şevval sam'a hayranlığım bir kat daha arttı. (sen nasıl bir insansın ya? nasıl bir güzelliktir o?)
şehnaz sam'ı ise tanımıyordum. çok güçlü bir sese ve kendine özgü çok hoş bir yoruma sahip imiş kendisi, onu öğrendim. benim gibi henüz tanımayanlar için "bu kıza dikkat" diyorum!
leman sam'ı hepimiz tanıyoruz. her zamanki gibi özgün, marjinal, benzersizdi... (hümeyra'ya benziyor aslında;))
kısacası, üçü de birer "yetenek abidesi" olarak karşımızdaydılar ve şahsen beni "bunlar da insan ben de, allah allah" temalı düşüncelere gark ettiler:)
(daha doğduklarında fransızca bilecekleri belli olan çocuklardı mesela onlar...
bense saint joseph ya da saint benoit vs. mezunu olamayacak biri olduğumdan o treni çoktan kaçırmıştım... şimdi öğrenmem için de aylık ücreti kiram kadar olan kurslara gitmem gerekiyor mesela...)
ve bir de, ilginç bir şekilde; anne olma hevesi ve dürtüsü olmayan bir insan olarak, "kız annesi" olmanın ne kadar da hoş bir şey olabileceğini hissettim, belki de ilk defa... o üçünü izlerken...

Çarşamba, Ağustos 17, 2011

planlar planlar. bitmek bilmeyen listeler


(hiçbir şeyi kaçırmama isteği)
artık tanımışsınızdır:
kendime kurallar koymak, mütemadiyen yeni kararlar almak, hayatıma dair kısa /orta/ uzun vadeli listeler yapmak gibi huylarım mevcut.
bu huylarımdan "yeni kararlar almak", tahmin edebileceğiniz gibi, yeni bir yıl başlarken ortaya çıkar en çok.
bir de eylül'de...
öğrencilikten kalma alışkanlıkla, eylül "başlangıç"tır zira...
yazın ataleti, gevşekliği atılır, yavaş yavaş düzenli hayata dönülür. havaların erken kararmaya ve soğumaya meyletmesiyle, evde daha çok zaman geçirilmeye başlanır...
sonra, daha iyi yapımlar girer vizyona, yağmurda sinemaya gidilir. tiyatrolar yeniden perde açmaya hazırlanır... çeşitli kurslar başlar...
çok severim eylül'ü. üzerimize ince ceketler alacak olmamızı düşünmek bile heyecanlandırır beni...
eylül'ün yaklaşmasıyla beraber, önümüzdeki döneme dair hayaller ve planlara başladım ben de. işte bazıları:
@ sürücü kursuna gitmek (zira, ehliyet alma yeterliği yaşımı geçeli 7 yıl olmuş!)
@ mesleğimle ilgili adamakıllı bir eğitim (bilişsel davranışçı terapi/ projektif testler/ aile danışmanlığı vs. hatta belki de yükseklisans?)
@ İSMEK'te bir kursa yazılmak (resim, fotoğraf veya bir başka beceri olabilir. geçen yıl başladığım resim hevesim, bir başka kurs yüzünden kursağımda kalmıştı)
@ pilatese devam etmek (hocam tatilinden dönüp, spor salonu eski düzenine kavuşur kavuşmaz)
@ artık bir dans öğrenmek! (çaça-rumba- salsa en çok istediğim! zaman olur mu bilemedim!)
@ yaratıcı drama liderliği programı'na devam etmek (sanırım vaktim olmayacak!)
@ çocukluğumun hobisi olan "takı tasarımı" na dönüş yapmak (ablamdan malzemeleri getireceğim bayramda!!!)
@ daha çok oyun izlemek (devlet tiyatrolarının yanısıra krek, dot gibi başarılı sahneleri takip etmek ve küçük tiyatroları keşfetmek)
@ daha çok kitap okumak! (dikkat ederseniz, sayı vermedim. hedef belirlemekten bile korkar olmuşum bu konuda:/ )
@ istanbul'da henüz yapamadıklarımı yapabilmek (garipçe köyü, panoramik müze, kanlıca vs. 2 sezondur epey yol kat ettim aslında. ama, bilirsiniz, istanbul bitmez!) belki hemen değil, ama, eninde sonunda ayrılacağım buradan ne de olsa. mümkün olduğunca tadını çıkarmak istiyorum!
@ bazı haftasonları istanbul dışına çıkıp, görmek istediğim şehirleri görmek (sapanca, kapadokya, eskişehir, edirne...)
@ aslında bir STK'da gönüllü olmak da isterdim (5 yıl TEGV'de gönüllüydüm izmir'de) ama STK'lar konusunda biraz muzdaribim. (bilahare anlatırım) ve sanırım, vaktim de olmayacak.
şimdiden, hepimiz için verimli ve keyifli bir dönem olmasını diliyorum;)

Pazartesi, Ağustos 15, 2011

ve nihayet: bozcaada!

yılların hayaliydi. varlığını öğrendiğimden beri gezip göresim vardı.

ve nihayet bu haftasonu, "yıllardır yapmak isteyip de ertelediklerimi gerçekleştirmeme mütemadiyen destek olan, pek çok ilk'i yaşadığım" hayatımdakisevgiliinsan'la bozcaada'daydık.



ve nihayet denize girebildim bu yaz! hem de ca'nım ayazma plajlarında. serin, tertemiz sularda. doya doya.

üstüne ünlü koreli'de ızgara ve zeytinyağlılardan oluşan çokamaçok lezzetli yemeklerimizi yedik.



rüzgar güllerini, şarap mahzenlerini ve üretim yerlerini, kaleyi gezdik sonra.


çiçek pastanesi'nde dereotlu mısır ekmeği ve sakızlı bademli kurabiye yedik.




daracık sokaklarını gezip mimarisine hayran kaldık.

el işi ürünlerin satıldığı tezgahlara baktık.


bol bol fotoğraf çekildik.


akşam da güzelyalı'ya otelimize geçtik.

çok keyifli bir minitatildi.

en yakın zamanda tekrarlanmak üzere istanbul'a dönüldü;)

Cuma, Ağustos 12, 2011

saygıyla...


dünya gözlerimi kendi ellerimle örttüm
değdi yorgunluğuma
bir ölüm kaldıydı, onu da gördüm
beni pişman etmedi doğduğuma

can yücel



datça'da olmak vardı şimdi...

Çarşamba, Ağustos 10, 2011

cevdet bey ve oğulları


lisedeyken sessiz ev, kara kitap, beyaz kale ve yeni hayat'ı okumuş ve her birini çok sevmiştim. ilk eseri olan cevdet bey ve oğulları da yıllardır okuma listemde olmasına karşın, anca fırsat bulabilmiştim.
ve nihayet, bir ayı aşkın süredir devam eden okuma sürecim, dün itibariyle bitti.
kitabın içine girmem, tarzına, anlattıklarına adapte olmam 400 sayfadan sonra başladı. ve o andan sonrası çok güzeldi. sanırım benim konsantrasyonumla ilgili bu kadar geç sevebilmem kitabı. yoksa "olay 400'den sonra başlıyor" gibi bir yorumum yok kitapla ilgili.

kitapla ilgili yorumuma gelince:

orhan pamuk'un 1974-78 yılları arasında (22-26 yaşlarında iken!) kaleme aldığı eserde, tüccar bir ailenin 3 kuşak boyunca yaşamları anlatılırken, Abdulhamit'in son yıllarından başlayarak 1970'lere geliniyor; ve ailenin değişen yaşamının yanısıra, ülkenin ve toplumun değişimlerine de tanıklık ediyoruz kitapta.
pekçok karakter var. pekçoğu derinlemesine çözümleniyor.(favorim refik- ahh o bitmeyen arayışlar!) olaydan çok, duygu ve düşünceler yer tutuyor eserde... ve tespitler... sevdiğim gibi...
ben sevdim, okurken keyif aldım. darısı sizin başınıza;)

dizisine gelince:

tabi ki hoşuma gitmiyor. önyargılı olmak istemem ama, orhan pamuk'un neden/ nasıl izin verdiğini anlamıyorum... bu kadar yoğun içsel çözümlemelerin olduğu bir eserin, televizyon dizisine nasıl uyarlanabileceğini de merak ediyorum...
ve tabi bir de, diziden sonra, kitabı diziyle duyup da okuyan pekçok kişi olacak. ve, bu durum eminim pek çoğumuzun canını sıkacak. (nedense... neden takılıyoruz aslında böyle şeylere...)

Pazartesi, Ağustos 08, 2011

profesyonel uzun yol yolcusu

biliyorsunuz ki, uçak bilet fiyatları ve cuma ve pazarları tavan yapar. bu nedenle haftasonu için izmir'e gidişlerimde, genelde otobüs kullanıyorum.
bugün de 8-9 saatlik yolcuğun hemen akabinde işe gelmek zorunda kaldığım günlerden biri.
artık öyle alışkınım ki bu duruma.
dün gece görmeliydiniz beni. "düzenimi hiiç bozamaz yollar" havasında ve sanki evimdeydim:
23 aracına binilir (salondan yatağa geçmek gibi)
1 saat kitap okunur ve ardından kitap çantaya kaldırılır. (komodin misali)
yastık ve pike konforuyla tek kişilik koltukta uyunur. (yazın otobüslerin klima çılgınlığına karşı pike kalkanı:))
çift kişilik yatağım kadar rahat olmasa da 7 saat deliksiz uyunur.
8,5'ta işte olunur.
normal bir gün gibi:)

Cuma, Ağustos 05, 2011

güzelsin istanbul...


çarşamba günü şişli etfal'e gittim. "haşimato" hastalığım var benim. 1 yıldır ilacı bırakmıştım. yeniden muayene oldum, tahlil yaptırdım vs.
oraya gitmişken, çok sevdiğim osmanbey'i geze geze taksim'e çıktım ve çok sevdiğim istiklal'i gezdim yalnız başıma yine.
yine mephisto'ya girdim. ve aldığım kitaplar:
az- hakan günday
korkma ben varım- murat menteş
ikisini de çok merak ediyorum ve elimdeki cevdet bey ve oğulları'nı bitirir bitirmez, hemen okumak istiyorum.
bir de patti smith'in çoluk çocuk (just kids) 'u gördüm ve çok dikkatimi çekti. şimdi de biraz araştırdım. en yakın zamanda onu da alacağım;)
bir de monica belluci kapaklı milliyet sanat'ı da kaptım:)

Perşembe, Ağustos 04, 2011

blogu tweeter'laştırmak- 5

@ 26 yaşında bir insanın facebook iletisine "parmağım uf oldu gece gece" yazması normal mi? bir ben garip bulmuyorum di mi böyle tipleri? ahh, bi de altına yazılan yorumlara ne demeli: "kıyamam", "ne oldu canım" vs.

@ anne-babadan "bizimkiler" diye söz etmek de itici bence.

@ sabah dolmuşun camından "tren yolu" oynayan çocuklar gördüm. hani, iple. sen parmaklarınla ipe bi şekil verirsin. karşındaki de alır senden parmaklarıyla ve sonra sen ondan alırsın... kim bulmuş bu oyunu diye merak ettim. çok ilginç bence böyle bi oyunu keşfetmek. koşmalı, saklanmalı oyun keşfedilebilir de sanki, bu nasıl keşfedilmiş ki ya?

@ bi de çocukken ben, arabaların önden görünüşlerini insan yüzüne benzetirdim. (farları göz olarak düşünün. belki de zaten düşünmüşsünüzdür çocukluğunuzda.) ifadeleri vardı bence; kızgın, sevimli, mutlu vs.

@ genelde banyo yapar öyle uyurum ben. bazen, mecalim kalmıyor, "emeen, 15 dk erken uyanır, sabah yaparım" diye yatıveriyorum. sabah da, çoğunlukla, banyo için uykudan feragat edemiyorum. sonra, işyerinde, bütün gün nefret ediyorum kendimden, saçlarımdan. öyle kızıyorum ki, "noldu 15 dk. daha uyudun da" diye.

@ bi de tel toka kadar "nasılkaybolduğubelliolmayan" bir şey varsa, o da pantolon çorabıdır. tam evden çıkmadan, aceleyle aranır, çekmece alt üst edilir. zamanında o kadar almışım, depolamışım; bula bula nerden girdiyse çekmeceme, babaanne rengi soluk bir çifte ulaşılır. gün boyu, ayakkabı ile pantolan arasındaki o küçük ama sinir bozucu görüntü rahatsız eder insanı.

bir ramazan post'u da benden gelsin

benimki komikli ama.
(nur içinde yatsın) babamın bir anısı. babaannem anlatırdı ramazan bayramlarında toplaşıldığında...
babam, küçükken, özenip oruç tutmak istemiş bir ramazan ayında. hep beraber tutuyorlarmış işte böyle.
sonra, öğlen olmuş, babam başlamış "dayanamıyorum, dayanamıyorum" demeye. babaannem de teskin etmeye çalışıyormuş "dayan oğlum, sabret oğlum" diye.
derken, sonunda babam dayanamamış "ehh, bozuyorum, dayanamıycam" diyerek tuvalete koşmuş.
:)

Çarşamba, Ağustos 03, 2011

eskilerden, bir film bir kitap önerisi

çok bilinmediğini düşündüğüm ve çok bilinmesini istediğim bir film ve bir kitap düştü aklıma.
film: the accused/ sanık. 1988 yapımı, oldukça etkileyici bir film. jodie foster'ın oyunculuğu oldukça başarılı.



benim filmi izleme fırsatım son sınıfta seminer dersimiz sayesinde olmuştu. grubumuzun konusu "cinsel taciz"di. ve seminerimizde filmler/ görsellerden yararlanmak istiyorduk. bu nedenle, bu konunun işlendiği filmleri araştırdık. sonuç olarak sleepers/ kardeş gibiydiler ve the accused/ sanık'ı sunumumuzda kullandık.
(kardeş gibiydiler'i izlemeyen ve başarılı bulmayan pek az insan vardır sanırım.)
sanık filmi "tecavüze ilişkin mitleri" irdelemesi açısından son derece önemli bir film bence... olayı çok dramatize etmeden ve rahatsız edici olmayan bir şekilde izleyiciye yansıtması da filmin bir diğer artısı. velhasıl kelam, "izleyin" derim.

kitap ise: puslu kıtalar atlası. ihsan oktay anar'ın -çok beğenmeme rağmen- okuduğum tek kitabı.



ihsan oktay anar, ege üniversitesi'nde felsefe doktoru ve tarihi romanlar yazıyor.
dili biraz zorlasa da, kurgusu ve anlatımı çok başarılı olan bir kitap puslu kıtalar atlası.
"okuyun" derim ;)

Ajda Pekkan - Bang Bang (1967)



bu şarkıda, istisnasız, duygulanırım ben...
nancy sinatra'dan ve mina'dan dinlemeyi çok seviyorum.
ama ajda da bir başka söylemiş...

Salı, Ağustos 02, 2011

tesadüfler- volume 7

tesadüfler sarmış dört bir yanımı. du bakali, hayırlısı:)
sabah işyerinde biraz canlanalım diye tuttufırlattıkalbimi'yi dinlerken, bir iş arkadaşım bu şarkının "esinlenme" haberlerinden bahsetti ve o şarkıyı dinletti.
ardından o şarkının geçtiği filmi buldu: Gadjo Dilo. film bende merak uyandırdı ve not ettim.
öğleden sonra, dilime hayatımdakisevgiliinsan'ın aylar aylar (neredeyse 1 yıl) önce dinlettiği dumbalalayka şarkısı takıldı. ve bu şarkının bir filmden olduğunu söylediğini hatırladım.
arayıp o filmi sorunca, yo yo hayır, Gadjo Dilo demedi :)

swing dedi. Tony Gatlif'in...
tıpkı Gadjo Dilo gibi.
ve ben yönetmenin adını bugün ilk kez duyuyorum, öyle bildiğim bir yönetmen de değil yani.
(5 yıl önce transylvania'yı izlemişim bu arada. birol ünel merakımdan sanırım...)

çok sevdiğim şarkı için:
(ilk 37 dk.)

bu da tony gatlif için:


Pazartesi, Ağustos 01, 2011

kitaplara zaman ayırmak için kendimi zorlamak çok acı

"kitap okumak"tan daha öncelikli "bir şey" buluyorum ya hep...
bu şey, hiç de öyle elzem ya da nitelikli bir şey de olmuyor ya...
canım sıkılıyor.