Pazartesi, Şubat 01, 2016

2016- ocak ayı filmler (6)

ocak ayı verimli geçen, dolu dolu yaşanmaya çalışılan aylardandır. motive olunur, yeni başlangıçlar arzulanır.
bizde de öyle oldu. malum istanbul da buz gibiydi, çok dışarı çıkıp gezme havaları yoktu. evde oturup film izlemeye çalıştık bolca.

the imitation game
yılın ilk filmi 2015'in oscar'a aday olan ve en iyi uyarlama senaryo ödülü alan the imitation game oldu. 1936 yılında geliştirdiği teorik bir makineyle bir bant üzerindeki sembolleri okuyup yazabilecek, programlanabilir bir bilgisayar fikrini ortaya atan ve 2. dünya savaşı’nda nazilerin enigma kodunu kırarak savaşın uzamasının ve milyonlarca insanın daha ölmesinin önüne geçen alan turing'in hayatını anlatıyor film. yazık ki, alan turing'i ilk defa bu filmle tanıdım ben. kimbilir, insanlığa faydası olan ve minnet borçlu olduğumuz; ama, tanıyamadığımız kimler kimler gelip geçmiştir dünyadan diye düşünmeden edemiyor insan. genç yaşında acı bir şekilde sonlanan yaşamının hikayesi de şöyle; 1952 yılında eşcinselliği öğrenildiğinde kendisine iki seçenek sunuldu: demir parmaklıklar arkasına hapsedilmek ya da kimyasal iğdiş. turing, ikincisini seçse de 1954 yılında siyanüre daldırılmış bir elma yiyerek hayatına son verdi. ne kadar acı, öyle değil mi...




a serious man
uzun zamandır aklımda olan coen kardeşlerin 2009 yapımı bu filmleri için "ciddi olmaya çalışan ama olmayan bir adamı hikayesi" deniliyor. 
talihsiz bir adamın hikayesi gibi geldi bana daha çok. yaşamının kontrolünü elinde tutmaya çalışan ama beceremeyen bir adamın hikayesi. toparlamaya çalıştıkça daha da dağılan bir yaşam.
belki de biraz akışına bırakmak gerektiğini düşündürttü bana...
keyifle izledim.


short term 12
duyduğum bir film değildi. annem bizdeydi, eşim annemin de sevebileceği sakin bir film diye bu filmi koydu. meğer imdb puanı 8 olan bol ödüllü ve önemli bir filmmiş.
“iyi şeyler yapmaya yolun ortasındaki taşı kenara atmayla başlayabilirsin. zor şey değildir insan olmak.” diye başlayan filmdir.
trajik bir hikaye, öyle kendini yırtmadan, canhıraş paralanmalar, bağırtılı kanlı sahneler olmadan da gösterilmiş. temposu hayat gibi olan, gerçek olan bir film... ne var ki o filmlere hep sanat filmi derler, bağımsız film derler, nedense bu da insanları korkutup kaçırır." diye yorum yazmışlar ekşisözlükte. en kısa özeti bu sanırım.
insana dair, insana insanı düşündüren samimi ve çok güzel bir filmdi.



sarmaşık

önceki yazımda yazdığım üzere, filmi vizyona giriş tarihinden itibaren çok istememize rağmen ancak 1,5 ay sonra izleme fırsatı bulduk.
ama ne izlemek! film başladı, bitti, ara verilmedi. 104 dakika boyunca göz kırpmadan ekrana kilitlendim.
gerçek bir sanatla karşılaşınca öyle olurum.
bana göre sanat; insanı, insanın hallerini anlatan ve izleyiciye/dinleyiciye/okuyucuya değen şeydir.
ve sarmaşık filmi, sanattı.
sinemanın eğlence ya da "modern insanın hafta sonu aktivitesi"nden çok daha fazla bir şey olduğunu hatırlattı dibine kadar hissettirerek.
en son kış uykusu'nda böyle hissetmiştim. anlatamamıştım, anlayamamıştım bile belki nedenini; ama, çok etkilenmiştim.
sanırım, dediğim gibi, insana dair evrensel olgular var; yaşantılar, hisler, düşünceler... ve bu durumlar sanatla anlatılınca etkiliyor insanı...
sarmaşık filmini izlediğimden beri her gün düşünüyorum filmi. güç, iktidar, isyan, grup, grup içindeki roller, küçücük bir grupta toplumu görmek... nasıl güzel anlatılmış. öyle doğal, sanki gidip bir geminin içi habersiz çekilmiş kadar. ve bir o kadar güzel görüntüler, gereksiz tek bir anın olmaması filmde... ve değinmeden olmaz. tüm oyuncular  mükemmeldi, ama nadir sarıbacak neydi öyle yaaa!
velhasıl, izleyin, izletin.


the soul keeper
çok beğendiğim bir kitap ya da bir filmden sonra uzun süre bir şey okuyasım/ izleyesim gelmez. ağızda kalan son tadı bozmak istememek gibi...
bu nedenle sarmaşık'tan sonra çok film izleyesim gelmedi. ama malum evden dışarı pek çıkılamadı ocak boyunca istanbul'da. yine evde olduğum günlerden birinde a dangerous methodu izlediğimde haberdar olduğum ve izlemek istediğim, lakin 2,5 yıldır her nedense izleyememiş olduğum the soul keeper'ı izledim. alanımla ilgili filmleri severek izlerim hep. yine öyle oldu.
1900'lerin başlarında rusya'dan zürih'e tedavi edilmek üzere -bir umut- jung'un çalıştığı hastaneye getirilen sabina spielrein'in yaşamını anlatıyor film. 
jung ile sabina spielrein arasındaki hasta- teapist ilişkisi, aşk ilişkisi, sabina'nın "iyileştikten" sonra tıp okuyarak psikiyatrist olması, jung'un sınırları önce esnetip sonra bencilce daraltması, sabina'nın rusya'ya dönerek beyaz kreş adında bir anaokulu açarak çocuk psikanalizi konusunda denemeleri ve nihayetinde naziler tarafından öldürülüşünü izliyoruz filmde. güzel bir akışı var filmin. konuyu bilmeyenlere genel bir bilgi sağlayabilir diye düşünüyorum. 
bu hikayede içim sızlıyor hep. neden jung'u tanıyoruz ama sabina'yı tanımıyoruz? tıpkı rodin'i tanıyıp camille claudel'i tanımıyor oluşumuz, ya da mozart'ı tanıyıp kız kardeşini tanımıyor oluşumuz gibi... kadınları düşünüyorum. günümüzde bu derece olmasa bile, hep geri plana atılan, cinsiyetinden ötürü kendini ve üretimini yeterince ifade edemeyen ya da hak ettiği kadar önem verilmeyen kadınları...


barfi!
ayın son filmi, uzun zamandır izlemek istediğim hint filmi barfi oldu.
hintliler ne çok eğitim, özel eğitim ve farklı gelişenlerle ilgili film üretiyorlar! hepsi de oldukça çarpıcı (taare zameen par, black, 3 idiots...)
barfi de yine çok renkli, hareketli, müzikli, eğlenceli ve bir o kadar insanın yüreğine değen hint filmlerindendi.
2,5 saat gibi uzun bir sürede sıkılmadan, keyifle izledim.


2016- ocak ayı kitaplar (1)

çok fazla kitap alıyorum. okuyabileceğimden çok... çok kitabı merak ediyor, edinir edinmez merakla kurcalıyorum, elimde gezdiriyorum günlerce. ama devam etmiyorum, tamamlamadan bırakıp bir başka kitabı alıyorum elime. tüketim çağı mı bu hale getirdi beni? modern insana yaraşır biçimde kitaplar konusunda da doyumsuz oldum? bilmiyorum.
romanlar ayrı ama. romanlar sürüklüyor beni. başlayınca bitiriyorum muhakkak. en çok roman okumayı seviyorum ben. sanırım bilgi için değil, keyif için okuyanlardanım... farklı yaşamlar, insana dair gözlem ve tespitler keyif veriyor bana. yabancı hayatlara tanıklık etme hissi hoşuma gidiyor.




sonsuzluğa nokta

yeni yılın ilk kitabı da bir roman oldu.
hasan ali toptaş, son 2 yıldır bloglardaki methiyelerden duymuş olduğum ve çok merak ettiğim bir yazardı. aslen heba'yı okumak istiyordum en çok. ve fakat, kitap fuarında, sahaflarda bu romanını bulup almıştım kasımda.
dili kullanım açısından oldukça zengin bir roman. anlatım kronolojik bir sıra izlemiyor, geçmişe gidip geliniyor.
yaşama, insana, taşraya, sıkışmışlığa dair güzel tespitler barındırıyor. severek okudum ben. 
bir yazar anlamak, tanımak için bir kitap yetmez asla...
devam edeceğim hasan ali toptaş okumaya...