Perşembe, Haziran 30, 2011

turgut uyar'lı olsun bugün

denge
sizin alınız al inandım
morunuz mor inandım
tanrınız büyük amenna
şiiriniz adamakıllı şiir
dumanı da caba
dumanı da caba

bütün ağaçlarla uyuşmuşum
kalabalık ha olmuş ha olmamış
sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
ama sokaklar şöyleymiş
sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş
sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş

ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız

sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş
sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş

aşkım da değişebilir gerçeklerim de
pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
yan gelmişim diz boyu sulara
hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle döğüşemem
siz ne derseniz deyiniz
benim bir gizli bildiğim var
sizin alınız al inandım
morunuz mor inandım
ben tam kendime göre
ben tam dünyaya göre
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız

sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş...

Salı, Haziran 28, 2011

...

babam, kocam ve arabam olmadığı için, gece eğlencesi/ düğün neyin dönüşü, hep, başkalarınayükolan'ım ben...

günaydın:)



"anlamak çözmeye yetmez."
doğru söze ne denir....

Pazartesi, Haziran 27, 2011

blogda küçük değişiklik

profilimin altındaki uygulamayı bir blogta görmüştüm, çok hoşuma gitmişti.
tahmin edeceğiniz gibi, okuduklarımı ve izlediklerimi yazıp listeleyen biriyim ben. bu listelemeyi not defteri yerine blogumda yapmaya karar verdim.
6 ayda okuduğum kitapların azlığı yüreğimi dağlasa da, filmlerin az olmayışıyla avunuyorum artık ben de...
izlemek ve okumak için sizlere de ilham olması dileğiyle ;)

Pazar, Haziran 26, 2011

herkes bir gün onbeş dakikalığına "zengin" olacak


bana andy warhol benzeri bu önermeyi söylettiren, grupanya ve türevleri.
zira, bebek luna piena'daydık dün. tüm bu parasızlığımın ortasında... önceden uyguna alınmış kuponlarla...
çok -fazlasıyla- güzeldi...
on numara mekan, on numara manzara...
fırsat gelirse kaçırmayın, derim;)

toplum baskısıyla mücadele edecek gücüm yokmuş meğersem

eskiden "kimseyi de takmadım!" tadında yaşayan biriydim (ya da öyle sanardım). sonra fark ettim ki, insanların söylediklerini, benim hakkımda düşündüklerini çok önemsiyorum, baya kafaya takıp üzülüyorum, kırılıyorum vs. anneme kızardım oysa hep... gelgör ki, dediği gibi şairin: "sonunda annem oluyordum/ babam kokuyordum sonunda"...
iş o kadar ciddi bir boyutta ki hatta; 9-3 çalıştığım ve yaz tatilimin olduğu bir işten vazgeçmemde büyük etkisi var insanların söylediklerinin...
lakin, yetti mi? hayır! toplumun beklentileri bitmiyor... şimdi de çevrem "evlenmemi" bekliyor benden. sırası/ yaşım geldiği için... arkadaşlarım evleniyor teker teker, herkes soruyor üstüne "ee sen ne zaman/ sen hep gezicek misin böyle?"... benim evlenmemin kime ne yararı dokunacaksa artık...
ben toplumsal baskı konusunda öyle bir noktadayım ki dostlar, yakınlarda işbu baskıdan ötürü -evlenecekbiadam bulup- evlenirsem şaşmayın...
ve hatta, toplumda kadın olarak var olmanın zorluklarından mütevellit, erkek bile olabilirim birgün sanırım!!! o derece yani:(

nil'den gelsin o halde:

Cumartesi, Haziran 25, 2011

Perşembe, Haziran 23, 2011

Bir Kitabı Daha Bitirmenin Dayanılmaz Mutluluğu


Emma Donoghue- Oda:
5 yıllık ömrünü dış dünya ile tek bir bağ kurmadan bir "oda"da geçiren Jack'in hikayesi... 
Kendi ağzından... 
Odadan kaçışı ve dış dünyaya uyum sancıları... 
Oldukça naif ve farklı bir anlatım... Hoş bir tat bırakıyor kalplerde...
Naçizane, tavsiye edilir.

Çarşamba, Haziran 22, 2011

seviyorum bu toprakları. her şeye rağmen...


iyi akşamlar!
dersimiz, toplumumuzun enteresanlıkları;)
işte size bir örnek:
evde bir şey hazırlarken malzemesi eksik olan evhanımı komşuya giderek o malzemeyi ister: "nezahat hanım, kek yapıyorum da, yumurtam kalmamış/ kabartma tozum kalmamış".
komşu da seve seve verir:
"aa dur getireyim hayatım, ne demek ne demek".
ertesi gün ya da en yakın zamanda, alınan malzeme geri verilir. çünkü, vermemek ayıptır!
ama, komşu asla geri almaz. çünkü, geri almak ayıptır!
işte, bu topraklarda böyle herkesin bildiği bir oyun oynanır yıllardır.

Salı, Haziran 21, 2011

ilk mim

öncelikle, mim hadisesini pek anlamadığımı itiraf edeyim. birileri açıklarsa memnun olurum. bloglarda görünce, sanıyordum ki böyle mesaj gibi birşey geliyor mimlenince, mimlendiğine dair. meğersem öyle değilmiş..
velhasıl, sevgili deep ve otsumimar mimlemiş beni. mim'in konusu: "tam şu anda nerede olmak ve ne yapmak isterdiniz? ve o yerde dilinize dolanan ilk şarkı ne olurdu? ve resmini de koyun."
eveet, ben tam şu anda çok ama çok doğal bir yerde olmak isterdim (kelebek vadisi/ olimpos tarzında) deniz ve ağacın olduğu sessiz sakin bir yerde, ılık bir havada... güneşin batışından yıldızların çıkışına... böyle çok sade bir ağaçev/ pansiyon/ çadırda/ kumsalda hayatımdakisevgiliinsan'la uzanıp gökyüzünü izlemek isterdim.
(bir arkadaşım anlatmıştı. muğla'da bir pansiyon varmış, camdanmış tavanı, gece yıldızları izleyelim diye. araştırdım ama bulamadım. bilgisi olan, insanlık namına paylaşsın lütfen!)
dilime dolanan ilk şarkı da ortam gereği, "haydi gel benimle ol" ya da "yıldızların altında" olurdu sanırım.
ahanda bu da resim;)

Pazartesi, Haziran 20, 2011

kelime kökeni aşkına!

sözcükleri, dili hep sevdim. sözcüklerin kökenini araştırmayı, eski kelimeleri yaşatmayı, kelimelere yeni anlamlar katmayı. (bkz: murathan mungan, elif şafak)
lakin, bir dönem iyiden iyiye kafayı takmıştım kelimelere. bir fihristim vardı bir de tdk sözlüğüm (o dönem internetle aram pek yoktu zaar...). mütemadiyen notlar alırdım o fihriste alfabetik sırayla.
işte o günlerden bir gün çılgınlarca "zerd" kelimesinin anlamını araştırdığımı bilirim.
nedeni şuydu:
şarkıların sözlerini anlamak konusunda bazen zorlanıyorum. hep ablama sorarım, o hemen anlar tüm şarkıyı.
o dönem de cem karaca'nın resimdeki gözyaşları şarkısına takmışım. "bu zerd-i beni yaşasaydın da görseydin" diye söyleyip duruyorum. ardından merak ediyorum tabi; " 'zerd' ne demek la?"
tabi araştırmalarım sonuçsuz kalıyor ve ablam koşuyor yardımıma yine, doğrusunu öğretiyor. ben de "zerd" diye bir kelimenin olmadığını öğreniyorum böylelikle...
not: buradan duman'ın belki alışman lazım şarkısını "eyni başı patlaar" şeklinde söyleyen sevgili alişim'e de selam olsun:)
("alişim eyn/ eyin ne?" diye sormuştum da kalakalmıştı canım benim.)

link de vereyim, tam olsun:

Pazar, Haziran 19, 2011

babalar günü yazısı...

"sizin hiç babanız öldü mü
benim bir kere öldü
kör oldum
yıkadılar aldılar götürdüler
babamdan ummazdım bunu
kör oldum"

cemal süreya

Perşembe, Haziran 16, 2011

"kadın" dergileri... hani, o, kadın'ı küçülten...


ben kendim tabi ki almıyorum! sadece güzellik salonu neyinde sıra beklerken maruz kalıyorum! yoksa ben hep altyazı, atlas, ntv tarih vs. okurum! ve hatta televizyonda da sadece discovery, national geografic bi de iz tv izlerim!
hakkaten de ortaokulda heygirl, cosmogirl alırdım (ve o zaman bile 4 lira olduklarını hatırlıyorum, nasıl veriyormuşum 12 yaşında halimle?). ablam deli olurdu, çok kızardı boş boş şeye para veriyorum, zaman harcıyorum diye... lisede ablamın alaylarına dayanamadım, bıraktım "gençkızdergileri"ni. büyüyüp kadın olunca da "kadındergisi" almadım hiç...
nasıl bir kitlesi var bilemiyorum. kime hitap ediyor yani?
kültürel öğelerden son derece uzak bir kere (yoo hiç de geleneksel değilim).
sanırsınız, her kadın çok iyi yerlerde çalışıyor, ayda 8-10 bin lira kazanıyor, akşam kokteyllere katılıp yakışıklılarla flört ediyor, sürekli alışveriş yapıyor ve mutlaka -onların deyimiyle- 'partner'i var...
bir diğer nokta da, mütemadiyen "erkeği nasıl etkilersiniz?", "erkeği nasıl baştan çıkarırsınız?", "erkeği nasıl mutlu edersiniz?", "erkeği nasıl elde tutarsınız?" konularını ele almaları... kadınların tek derdi buymuş gibi... (gerçi, yukarıda saydığım özelliklere sahip kadınların hakkaten de başka derdi olmayabilir:))
bir de sanki büyük sır verirmiş gibi klişe tüyolarla doldurmaları o sayfaları:
- cebine güzel not bırak
- işteyken erotik mesaj at
- masaj yap
- onla alışverişe çıkma
- bakımlı ol
- gizemli ol
- başka erkeklerle flört et/ kıskandır (ki, testesteron doruk yapsın)
....
son derece konjonktürden uzak, yavan ve yetersiz buluyorum işbu dergileri!
biraz sert oldu; ama, oh be, rahatladım...

fasıl mekanları


daha önce de yazdığım gibi; rakıyı, sofrasını, müziğini, sohbetini çok severim. ara ara fasıla giderim. her gidişimde de çok eğlenirim. ama, tam içime sinen bir mekan yok maalesef. bence, fasılın bir kültürü olmalı, daha ağır ağır... bu kadar ticari olmamalı...


nevizade, mesela, çok tıkış tıkış, fasıl kültüründen çok uzak, özensiz...

onun dışında, müzisyenlerin masa masa dolaşıp -cebren ve hile ile- para toplamalarını itici buluyorum. ve ne yazık ki, çoğu fasıl mekanında böyle bir gelenek var (örnek: mezeleriyle, kebaplarıyla, rakı sunumuyla, ustasıyla, garsonlarıyla çok sevdiğim samatya-ali haydar)

sonra, fix menü-sabit fiyat anlaşılsa dahi, gecenin sonunda hesapta sıkıntı çıkması. yeşilköy'de mesela günay abla'nın yeri'ne gitmiştik yakın zamanda. çok güzeldi her şey. ama sonra hesap bir geldi. yemediğimiz içmediğimiz bir sürü şey yazılmış hesaba. o saatten sonra da mücadele edemiyorsun... bir daha oraya gitmemeye and içtim resmen. bence, çok yanlış bir politika bu işletmeciler için. böyle küçük hesaplarla müşteri kaybediyorlar...

dün akşam da, garibaldi'deydik. mekanın darlığına rağmen coştuk eğlendik. ama, hesapta sıkıntı çıkardılar son anda...

bir derebalık var, on numara mekan. ama, o da anadoluhisarı'nda olduğu için gidemiyorum.

çok istememe rağmen hala gidemediğim fransız sokak'ı ve çiçek pasajı'nı deneyeceğim yakınlarda. bakalım, umarım memnun kalırım...

Çarşamba, Haziran 15, 2011

kadınlar her yerde!

susmamız oturmamız
hep boyun eğmemiz
hayatı seyretmemiz
istendi bugüne dek

kadınlar vardır kadınlar vardır
kadınlar her yerde!

suskunduk ve bekledik
yaşandı seyrettik
sonunda yeter dedik
bir daha susmayana dek

kadınlar vardır kadınlar vardır
kadınlar her yerde!

maria puder


kitaplarım konusunda hassasım. kaybolmasından, birinde kalmasından hiiiç hoşlanmam.
geçtiğimiz aylarda hayatımdakisevgiliinsan, belki de en sevdiğim kitabım olan "kürk mantolu madonna"yı uçakta unuttu.
en ufak bir kızgınlık hissetmedim içimde... hatta, üzülmedim bile.
hep böyle aşık kalmak istiyorum!

Salı, Haziran 14, 2011

güzel günlere...

dün işimiz bu yaşamak'ta şiir paylaşımı görünce benim de aklıma bu güzel şiir geldi:

inadına

inadına mı güzelsin,
akşamüstleri
demir parmaklıktan gördüğüm deniz?
inadına mı fiyakan
yan yan gidişin
tombul kıçlı gemi?

(cahit ırgat)

bozcaada için öneriler bekliyoreeee;)


bozcaada'ya gitmek de "hepyapmakistediklerim" listemde...
bir türlü kısmet olmayanlardan...
en yakın zamanda bir haftasonu ayarlayıp gitmeyi planlamaktayım.
küçük çapta bir araştırma yaptım; ama, ulaşım (istanbul'dan - otobüsle) ve konaklama konusunda fikirlerinize ihtiyaç duymaktayım.
şimdiden teşekkürler.



Pazar, Haziran 12, 2011

hava kapalı. yine de çok güzel cumartesi!

haftada bir istiklal'e gitmezsem eksik hissediyorum artık. nasıl, ne zaman bunca bağımlısı oldum, bilmiyorum. (belki hatırlarsınız, 8-9 ay önce arkadaşımın arkadaşının bıçaklanarak öldürülmesiyle epey soğumuştum. ne ara yeniden ısındım...)
"ne var bu kadar burda?" diyorum her seferinde. ama, her gidişimde de daha bir seviyorum. pasajlar, sokak müzisyenleri, galata, cremario milano dondurması, kitapçılar, sokaklara taşan ezgiler, her telden insanlar, tarihi yapılar, sanat galerileri ile cezbediyor beni...
istiklal'de geceleri değil de gündüz gezmeyi seviyorum bir de ben.
dün akşam üzeri de hayatımdakisevgiliinsan'la buluşup gittik. (uzun ilişkilerde genelde evden beraber çıkılmaya başlanır bir süre sonra. anladım ki, dışarda buluşmanın keyfi apayrı! resmen heyecanlandım:))
şişhane/ tünel'den başladık gezimize. karnımızı manoburger'de doyurduk. ilk gidişimdi. sözlük'te artık çok bozduğundan bahsedilse de, kocaman leziz köftesi ve ekmeğiyle, soslu patatesiyle çok lezzetli bir menüydü benim için. ortamın mcdonalds ve türevleri gibi yağ kokmayışı da bir artı. daha önceden mano bistro vardı, yine tünel'e doğru. acayip güzel mekandı, bir kere gitmek nasip oldu, kapandı sonra. sanıyorum, aynı kişiler tarafından açılmış burası da.
karnımızı doyurduktan sonra, üzerine türk kahvesiyle keyif yapmak için -bu hafta yeni öğrendiğim- mandabatmaz'a gittik. türk kahvesi severler için yoğun homojen kıvamı ve uygun fiyatıyla (3 tl) ideal bir mekan.
sonra, o arada bir sahne olduğunu fark ettik. adı; ikinci kat. akşam 17:31 diye bir oyun vardı, merak ettik. ama maalesef yer yoktu.
sonra meydana doğru geze geze yürüdük ve tabi ki mephisto'ya uğradık. elimdekileriokuyanakadarkitapsatınalmamayasağım'ı kırıp;
cevdet bey ve oğulları- orhan pamuk (yıllardır okumak isterim)
oda- emma donoghue (birkaç seferdir dergilerde karşıma çıkıyor. dikkatmi çekmişti, not almıştım)
hava kurşun gibi ağır- hıfzı topuz (nazım'ı anlatan mayıs ayında çıkan kitap. ölüm yıldönümünde onu aslında tanımadığımı fark edip üzülmüştüm)
kitaplarını aldım.
bir de 18. yılını kutlayan ve karayolları atlası hediye eden atlas dergisini.
içimde kalanlar ise;
ne kitapsız ne kedisiz- bilge karasu
kediler krallara bakabilir- enis batur
ikinci yarısı- ece temelkuran (yeni çıkmış, ilk defa gördüm dün)
iyi okumalar diliyorum kendime:)

daha fazlası için:
www.ikincikat.org

Cumartesi, Haziran 11, 2011

eneee! bunu da yaşadık

dün akşam merter köprü üzerinde evlenme teklifi afişi sarkıtan bir grup genç gördüyseniz, evet, o bizdik.
ya da eşofman üstü duvak takılan gelin adayı, merter shell'in önünde şampanya patlatan, konfetti atan topluluk...
hepsi bizdik:)
arkadaşıma erkek arkadaşının sürpriziydi.
çok keyifli bir geceydi.

bu ne? noliyyy yaaa:)


her gün facebook'ta istisnasız bir söz/ nişan/ nikah/ düğün haberi almam yetmezmişçesine, izlediğim bloglarda da pekçok kişinin düğün hazırlıklarında oluşu?
bir de, yaz boyu her haftasonum bir düğüne katılarak geçecek sanırım:)
yaş gereği olsagerek.
3- 5 yıla kalmaz, bebek ziyaretlerim de başlar.

Cuma, Haziran 10, 2011

halet-i ruhiyem...


yazıp yazıp siliyorum... anlatamıyorum bir türlü... aklım, içim karmakarışık...
tatminsizlik aldı gidiyor yine beni... ara ara oluyor böyle... sebepsiz öfke, kırılganlıklar, ağlamalar... "sebepsiz" dediğime de bakmayın, elbet vardır bir sebebi, bilinçaltı süreçlerde vs...
"karşı cins tarafından sevilebilir biri olmak/ olmamak"la ilgili sıkıntım var mesela... hayatıma giren adamlar mı böyle yaptı beni... aldatılmış olduğumdan mı...
korumaya alıyorum kendimi ben de.. hayatımın merkezine almamaya çalışıyorum ilişkimi, "olsa da olur olmasa da" havalarına girmeye çalışıyorum, daha az iletişimde olmaya zorluyorum vs. gerçekten soğumaktan korkuyorum sonra da... oynadığım oyunu sürdüremiyorum ya da...
bu yaş da zormuş meğer... 10- 15 yıldır hayalini kurduğum yerde olduğumu sanıyorum oysa:
çalışan- genç- bekar- özgür- yalnız yaşayan kadın!
okulunu bitirmiş, iş olayını halletmiş, sevgilisi ve arkadaş grubu olan bir genç kadın...
ama hep arayışta... aklı hep yaşayamadıklarında...
not: yok yok, ben anlatamıyorum bugün...

Perşembe, Haziran 09, 2011

hayat, gülleden ağır...

sene başında, altıncı sınıflardan bir öğrencimiz trafik kazasında hem annesini hem babasını kaybetmişti, sekizinci sınıf öğrencimiz olan abisi de yoğun bakıma alınmıştı (hatırlarsınız TEM'deki minibüs- tır çarpışması). yakın zamanda abiyi de kaybettik...
2-3 gün önce de birinci sınıflardan bir öğrencimiz babasını kaybetti... kendisinin, 5 yaşındaki kardeşinin ve annelerinin gözü önünde kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılmış... orada hayatını kaybetmiş baba. ama çocukların haberi yok... rehber öğretmenin/ rehber öğretmen eşliğinde annenin söylemesi, uygun olan... nasıl söylenir... ne denir...
ne demeli? büyük, çok büyük bir acı...
14 yaşındaydım ben de babamı kaybettiğimde... biliyorum..
çocuklar böyle büyük acılar yaşamasın istiyorum... onarılmaz yaralar açılmasın kalplerinde...

Çarşamba, Haziran 08, 2011

kedisever


kedileri çok seviyorum.
hem estetik açıdan çok beğeniyorum hem bağımsız ve bireysel tarzlarını çok seviyorum.
yıllarca, annemden ayrı bir evim olur olmaz, bir kedim olacak sandım.
kendi evim olunca fikrim değişti sonra.
önce "yapabilir miyim? gerekli sevgi, ilgi ve özeni verebilecek miyim? ona iyi bakabilecek miyim?" gibi etik kaygılar başladı.
sonra daha önce hiç aklıma gelmemiş olan bir başka düşünce düştü aklıma:
"bi dakika, tamam ben kedi alıcam diyelim, onu evime getiricem, beraber yaşamaya başlıycaz vs. ama, acaba kedicik bunu isteyecek mi?"
hayvanları "satın alma"ın ne zamandan beri insanlara bir hak olarak görüldüğünü, onların hayatında nasıl olup da bunca karar verici olabildiğimizi sorguladım durdum...
vazgeçtim...


öğrencilere göre, psikolojik öğretmen. babaanneme göre, hem doktor hem öğretmen:)

arkadaş ortamlarında, yeni tanışmalarda, kuaförde vs. "nerede çalışıyorsun?" diye sorulduğunda, "okulda" demez hiçbir öğretmen. mesleğini söyler, "öğretmenim" der...
okul bir "iş yeri" değildir zira...
bizim durumsa biraz karışık olduğundan "bir devlet okulunda psikolojik danışmanlık yapıyorum" gibi uzun cevaplar verilir genelde. yetmez hatta, daha da açıklanır...
biraz da, iş durumumu ve mesleğimi netleştirebilmek için, "değişiklik iyidir" dedim ve tayin istedim. okulda değil rehberlik araştırma merkezinde çalışacağım artık.
vatana millete hayırlı olsun;)

Pazar, Haziran 05, 2011

ben çocukken çok bilmemneymişim


@ "ütmeli" kelimesinin anlamını bilmediğim çocukluk günlerimde, akşamları sıklıkla misafirliğe gelen aile dostumuzun oğluyla taso oynuyorduk. oyuna başlamadan sordu bana "ütmeli mi ütmesiz mi?". anlamadığımızı/ bilmediğimizi belli etmek istediğimiz anlardan biriydi sanırım. kısa bir düşünmeden sonra "ütmeli" cevabını verdim. oyunu kaybettim sonra. tasolarımı hunharca toplayıp güldü oğlançocuğu. ben de bir kızçocuğuna yaraşır şeklide anne babaların yanına gidip ağlayarak şikayet ettim. oğlançocuğunun "kendi kabul etti ütmeli oyunu" savunmaları işe yaramadı. ailesi tasolarımı geri verdirtti. "ütmeli"nin ne demek olduğunu öğrendim ben de...

@ ilkokul 3. sınıfta, öğretmenimiz birgün, "uslu durursak" son ders bir sürprizi olduğunu söylemişti sınıfa. "uslu durarak" merakla son dersi bekledik. son ders büyük sürpriz gerçekleşti: öğretmenimizin bizden 4 yaş büyük olan ve hepimizin çok sevdiği kızı gülsen bizi ziyarete gelmişti. hepimiz çok mutlu olmuştuk. şarkı öğretti bize gülsen. "samsun'dan güneş gibi doğdun sen Atatürk/ yurdumdan düşmanı kovdun sen Atatürk" şarkısı. şarkı ile ilgili sorular sordu sonra bize. "neden 'samsun'dan güneş gibi doğdun' denmiş olabilir?" diye sorduğunda hemen parmağı havaya fırlayan ezgi, durur mu, hemen yapıştırmış cevabı: "samsun'da doğduğu için!!!"
hatırladıkça kendimden utanırım hala...

@ yine 3. ya da 4. sınıfta arkeoloji müzelerini ziyarete gitmiştik sınıfça. ziyaret sırasında şımarmış, arkadaşlarımla konuşup gülüşmüş ve müzeden hiçbir şey anlamadan geri dönmüştüm. öğretmenimin sevdiği öğrencisi olarak onu hayal kırıklığına uğratmıştım. ertesi gün bana ceza vermek istemiş olmalı ki, ilk ders "ezgi anlat bakalım dünkü heykelleri" demişti. ben de kafamdan ata ata, mantık yürütmeye çalışa çalışa nasıl yaptıklarını anlatmıştım (kil, kireç ile...). bu anımı da hatırladıkça kısa bi an soğurum kendimden:)

Cuma, Haziran 03, 2011

http://www.renklerherkesicindir.com/

haberdar olmama ve facebook'ta paylaşmama rağmen, blogumda duyurmak aklıma gelmemişti...
bugün, paylaşarak bana da hatırlatmış olan tüm blog yazarlarına teşekkürler...

japon balıkçısı- nazım'a saygıyla...

Denizde bir bulutun öldürdüğü

Japon balıkçısı genç bir adamdı.

Dostlarından dinledim bu türküyü

Pasifikte sapsarı bir akşamdı.

Balık tuttuk yiyen ölür.

Elimize değen ölür,

Bu gemi bir kara tabut,

Lumbarından giren ölür.

Balık tuttuk yiyen ölür

Birden değil ağır ağır,

Etleri çürür dağılır.

Balık tuttuk yiyen ölür.

Elimize değen ölür,

Tuzla güneşle yıkanan

Bu vefalı, bu çalışkan

Elimize değen ölür.

Birden değil ağır ağır

Etleri çürür, dağılır,

Elimize değen ölür...

Badem gözlüm beni unut,

Bu gemi bir kara tabut,

Lumbarından giren ölür.

Üstümüzden geçti bulut.

Badem gözlüm beni unut

Boynuma sarılma gülüm,

Benden sana geçer ölüm

Badem gözlüm beni unut.

Bu gemi bir kara tabut.

Badem gözlüm beni unut.

Çürük yumurtadan çürük

Benden yapacağın çocuk.

Bu gemi bir kara tabut

Bu deniz bir ölü deniz.

İnsanlar ey, nerdesiniz?

Nerdesiniz?

Perşembe, Haziran 02, 2011

istanbul hatırası


polisiye okumam aslında. lisedeyken, bir anda çok popülerleştiği için ahmet ümit'i merak etmiş ve patasana'yı okumuştum sadece. bir de peyami safa'nın selma ve gölgesi (cumhuriyet döneminin ilk polisiye romanı)...
2010 basımı istanbul hatırası'nı da merak ediyordum ve bir arkadaşımda görünce okumaya başladım. bir ay sürdü, zira 560 sayfalık bir kitap. sürükleyici ve keyifle okunuyor. istanbul tarihi hakkında bilgi veriyor olması da hoşuma gitti. yine de bir kez daha anladım ki, polisiye hikayeler pek tarzım değil benim.
bir de katilin hep "en beklenmeyen kişi" çıkması klasiğine ne demeli? hadi beni falan geçin de, polisiye hikayelerle haşırneşir kişiler hikayenin başında tahmin edebiliyordur bence...

Çarşamba, Haziran 01, 2011

25 yaşta 35 numara ayak dramı


çalışmıyorken ve günlük hayatımda da spor ayakkabı tercih ederken çok dert değildi. lakin, çalışma hayatı ve tarzımın değişmeye başlamasıyla, ayak numaram canımı ziyadesiyle sıkmaya başladı. çeşitli yerlerde düzenli olarak ayaklarımın beğenilmesi ve övülmesi yetmiyor bana. benim istediğim, herkes gibi, beğendiğim ayakkabıyı giyebilmek! kışın çizmelerle iyi kötü idare ediyordum. ama bir aydır babet, alçak topuklu ve yüksek topuklu ayakkabı arayışındayım.
bazı mağazalarda ise, yalnızca bazı modellerde var mesela. çok anlamsız, niye yani? "madem ayağın yeterince büyük değil, o halde sadece bu modellerden giyebilirsin" mi, ne yani? bir de dikkat ettim, özellikle de platform ve çok yüksek topuklarda genelde bulunuyor 35 numara. orda da mantık şu mu? "ayağı 35 olanın boyu 160 bile değildir. o halde, giysin topukluyu" :) güldüğüme bakmayın, epey öfkeliyim aslında. bu konuda yalnız da değilim, biliyorum. peki ayakkabı üreticileri niye cevap vermiyor bu ihtiyaca..
dün yine ayakkabı ararken, ilginç birşey oldu: bakırköy inci'de anket yaptılar benimle, ayakkabı alırken yaşadığım sorunları falan sordular. tam üstüne geldi yani. ayağımı ölçtüler bi de, 34 cm diye güldüler sonra da...
(evet, çok üzgünüm. 34 de oluyor.)

kadınlık halleri


mahalle kuaförleri, bakkalsa; nexus, avm'dir :)
kuaförler, güzellik merkezleri hiç hoşuma gitmiyor aslında. asgariye çekmeye çalışsam da, ben de, her kadın gibi, belli bir zaman ve paramı döküyorum buralara.
yalnız oralara gitmek de değil, güzelleşmek için epey mesai harcıyorum. artık günlük hayatın rutini gibi pekçok şey..
o kadar cilt bakımı, peeling, kaş, lazer, manikür, pedikür, makyaj, pilates, selülit bandı vs.den sonra ortaya çıkan sonucun "bu" olması sinir ediyor...
harcanan emek, zaman ve paraya değen bir sonuç bekliyorum kendimden..
bir de süreklilik istiyor her biri. 2 gün ilgilenmeyince "bakımsız"a dönüşüveriyor kadınlar...
acımasız bence...

let's play