Salı, Ağustos 27, 2013

the reader- stephen daldry

bilirsiniz; bir kitabın, bir filmin varlığından haberdar olursunuz ve hemen okumak, izlemek istersiniz. bir şeyler çeker ona. 
the reader da benim için öyleydi. yıllardır listemde. belki kasvetini hissettiğimden, belki kate winslet'tan...kate winslet çok beğendiğim bir oyuncu. çok severek izlediğim filmleri var; quills, eternal sunshine of the spotless mind, finding neverland, little children, revolutionary road... (bu film için göğüslerine, koltukaltı kıllarına laf edenler olmuş. kadını "hollywood parlaklığında, pürüzsüz ve kusursuz" görmemeye tahammülü olmayan öyle çok kişi var ki; çok yazık...)
bir yanda da the hours'dan tanıdığım stephen daldry yönetmen koltuğunda (billy elliot'u hala izlememiş olmak!).
gelgör ki, 4 yıl olmuş film türkiye'ye geleli, daha yeni izleyebildim. ve çok etkilendim. ara ara dolan gözlerim filmin sonlarına doğru bıraktı kendini, baya baya ağladım içli içli.
bence çok yönlü ve gerçekten iyi bir film.


öncelikle filmin ilk yarım saatinde yer alan ve pek eleştirilen çıplaklık/ sevişme sahneleri gereksiz değil ve estetik; bana kalırsa. 


sonra zaten tamamen beklenmedik bir yöne doğru evriliyor film. utanç, bencillik, çaresizlik, aşk, tutku, acıma, tiksinme... insana dair pek çok duyguyu barındırıyor içinde.
renkler, tonlar, görüntüler, avrupa sokakları döneme uygun ve başarılı.
kate winslet'a eşlik eden ralph fiennes ve henüz 18'lik david kross da gerçekten oldukça iyi.
filme dair tek olumsuz eleştirimse, karakterlerin alman olmalarına rağmen ingilizce konuşmaları! (oysa, ne çok severim ben almanca'yı!) 
aa bir de kate winslet'ın yaşlanma makyajı! 

ve fakat, özellikle de dönem filmlerini, durgun ve kasvetli filmleri sevenler için şiddetle öneririm.

bu da bugünün kasvetli ve güzel şarkısı:


Pazar, Ağustos 25, 2013

hiç canı yananla yanmayan bir olur mu?

"Ali İsmail


Yıl 1974. 6 yaşındayım. Yaşadığımız şehirde tv yayınları daha yeni başlamış. Haftada 3 gün birkaç saat yayın var. Esasen televizyona da hiç ihtiyaç duymadığımız yıllar. Sokakta oynuyoruz, telden arabalar yapıp mutlu oluyoruz. Bir akşam misafir geliyor eve. Çocuklarını getirmemişler. Kadınlar bir tarafta erkekler bir tarafta sohbet ediyorlar ve ben çok sıkılıyorum. Televizyonda da açık oturum. “Başka televizyon açın!” diye vızırdamaya başlıyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi başka televizyon yok. Mızmızlanmam bağıra bağıra ağlamaya ve misafiri tacize dönüşüyor. Erkek misafirin kalçalarını elliyorum ve karşılığında babam beni 2 kolumdan tutup yere fırlatıyor. Önce salonda bir sessizlik, ardından annem beni içeri odaya götürüyor. Çok gururum inciniyor, çok canım yanıyor. Ağlayamıyorum bile.
Aynı yılın yazı. Babam elinde gazete ve ekmekle eve geliyor bir akşam. Ben ekmeğin ucunu koparıp ağzıma attığım anda abim elindeki gazeteye bakıp “Savaş çıkmış” diye bağırıyor. Ağzımda lokma büyüyor büyüyor büyüyor. Yutamıyorum. O yaz hayatımız gece karartmalarıyla geçiyor. Gazetede gördüğüm Kıbrıslı insanlar hep ağlıyor. Annemler ağlıyor. Komşularımız ağlıyor. 6 yıllık aklımla ne olduğunu tam anlayamıyorum ama birilerinin canı yanıyor, biliyorum.
Yıl 1978. İlkokul 4.sınıftayım. Çok disiplinli, sert bir öğretmenimiz var. Bir sabah her zamankinden daha farklı bir sinirle giriyor sınıfa öğretmen. Beni tahtaya kaldırıyor. Problem çözeceğim. Çalışkan bir öğrenciyim ama el kadar çocuğum ve tepemde burnundan soluyan bir adam var. Yanlış yapıyorum işlemi. Tebeşir tozuna bulanmış bir el suratımda patlıyor. Çok gururum inciniyor, canım yanıyor. Ağlamadan usulca geçip oturuyorum yerime.
Aynı yılın hatırlamadığım bir ayı. Bahçelievler’de bir öğrenci evinde öldürülen 7 gencin haberi düşüyor bir gün gazetelere. Memleketi çok sevdiğine inanan birileri memleketi yeteri kadar sevmediklerini düşündükleri öğrencilerin evini basıp 7 genci telle boğarak öldürmüş. Yine ne olduğunu tam anlamıyorum ama telle boğulmanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışıyorum. Canları çok yanmıştır, tahmin ediyorum.
Yıl 1981. 13 yaşındayım. Mahallede benden yaşça küçük bir çocukla hiç anlaşamıyoruz. Hep tartışıyoruz. Büyük olmanın verdiği avantajla baskı kurmuşum çocuğun üstünde. Benden korkuyor. Bir gün tartışma ileri gidiyor ve göğsünden itiyorum çocuğu. Koşa koşa benden bir hayli büyük abisi geliyor yanımıza, tekme tokat dövüyor beni arkadaşlarımın önünde. Çok gururum inciniyor, canım yanıyor. Hırsımdan ağlayamıyorum.
O yıllarda hiç haber düşmüyor gazetelere. Tırnakları söküle söküle, vücutlarına elektrik verile verile öldürülen insanların hikayelerini çok sonra okuyoruz. İnsanların canı yanmış, yıllar sonra bunu hissetmeye çalışıyoruz, beceremiyoruz.
90’lar. Delikanlıyım. İçim çağlıyor. Benim gibi insanlarla tanışmak istiyorum. Aşık olmak istiyorum. Sevişmek istiyorum. Sizler için lafı bile edilmeyecek kadar sıradan minik bir sosyalleşme yaşarım umuduyla sizlerin hiçbir zaman almak zorunda olmadığı riskleri alarak sahilin ıssız ve karanlık bir bölümünde dolaşıyorum bir akşam. Ellerinde kalaslarla kalabalık bir grup çıkıyor aniden karanlığın içinden. Maltepe Ülkü Ocakları’ndan geldiklerini ve sahili bizlerden temizleyeceklerini söyleyip saldırıyorlar herkese. “Yapma” diye yalvarıyorum 17-18 yaşlarında eli kalaslı bir çocuğa. Hiç darbe almıyorum ama çok gururum inciniyor, çok canım yanıyor.
Aynı yıllarda Kürt köylerinde köylülere b.k yediriliyor. Bir cemseye bindirilip götürülen insanlar bir daha hiç dönmüyorlar köylerine. Yıllar sonra asit kuyularından erimiş kemikleri çıkarılıyor çoğunun. Çok zulüm var, çok canı yanıyor herkesin.
Yıl 2013. 10 Temmuz günü üzerinde yeşil tişörtü, yüzünde sümbül gibi bir gülümsemeyle gencecik bir çocuğun fotoğrafıyla uyanıyorum sabah. Öldürmüşler Ali İsmail’i. Döverek öldürmüşler. Odunlarla, tekmelerle yumruklarla öldürmüşler. Ekranda Ali İsmail’in yüzüne dokuna dokuna ağlıyorum. Çok canım yanıyor. Ben sizi de çok iyi tanıyorum. Sizin de canınız yanıyor biliyorum. Gözlerinizden anlıyorum. Çok kolay çünkü ayırt etmek. Hiç canı yananla yanmayan bir olur mu?"

"...
bu ne beter çizgidir bu
bu ne çıldırtan denge?
yaprak döker bir yanımız
bir yanımız bahar bahçe
..."

Cumartesi, Ağustos 24, 2013

istanbul'u geziyorum gözlerim açık...

-bilmem hala duymayanınız var mı?- pek seviyorum ben istanbul'u gezmeyi. 
özellikle de belli semtleri... bu bölgelerden biri de karaköy-arnavutköy arası uzun sahil yoludur. 
hele de plansız programsız ve kendiliğinden olunca daha bir tatlıdır.
bugün hayatımdakisevgiliinsan'la düştük yollara, hedefimiz istanbul modern'de erol akyavaş sergisi, ardından -hala oynuyorsa- beyoğlu'nda savaşın gölgesinde filmi idi. gel gör ki, hayat insanın karşısına başka yollar çıkarmada ustaydı... 


istanbul modern'in bahçesine girince "göğe bakma durağı"nı gördük, daha önce duymuştum ve epey ilgimi çekmişti, bu nedenle hemen yakınına gittik ve orada oturduk, gazete okuduk, sohbet ettik.öyle keyifliydi ki... dalgaların hareketlerine göre hareket eden direkler ve o direklerin üzerinde aynalar...



serginin süresinin uzatıldığını ve perşembe günleri de ücretsiz olduğunu öğrenince orada epey oturduk öylece.

sonra fındıklı, kabataş yönüne yürüdük; sucuk ekmeğimizi yedik, dolmabahçe milli saraylar kafetaryasında dinlendik.

(ne çok kedi var bu yolda!
poz veren kedi:))

fındıklı'dan cihangir'e çıkan merdivenlerin yeni hali görülmeye değer!



64 yaşındaki mahalle sakini hüseyin çetinel insanlar gülümsesin diye böyle güzel bir adım atmış. ne güzel insanlar yaşıyor dünyada!

sonra ani bir kararla finükülere binip taksim'e çıktık, gezi parkı'na gittik... 



sonra arkadaşlarımızın tünel komün'de olduğunu öğrendik ve oraya doğru yola çıktık.
rotamızı sıraselviler, cihangir, galatasaray lisesi yönünde çizdik ki; geçen sene boyunca otistikler derneği ile her cumartesi doya doya yaşadığım sokaklardan, çok sevdiğim mekanlardan geçebileyim (avam kahvesi, laterna, turşucu, firuz...)... öyle seviyorum ki oraları.
ve son durak tünel- komün.
güzel bir gündü bugün; bana eski bir yazımı düşündürttü yeniden;)

ee bugünün şarkısı da tahmin edebileceğiniz gibi istanbul'a dair:


"...
gülmeyi öğrendim ben burda
sevmeyi sevilmeyi terk edilmeyi
yaraları sarmayı öğrendim burda
her şeye rağmen hayatta kalabilmeyi
..."

Cuma, Ağustos 23, 2013

günün şarkısı: le vent nous portera


bu  şarkının bende güzel bir anısı var...
hayatımdakisevgiliinsan'ın beni şak diye anlayıvermesi ile ilgili...
kolay değil anlamlı derin bağlar kurmak...

değerli insanlar değerli ilişkiler yaşamamız dileğiyle!

dipnot: fransızca olsun çamurdan olsun!

Çarşamba, Ağustos 21, 2013

kapitalizm, evlilik ve tektaş

"tektaşsız olmuyormuş" dedi adam. çevresinden yeni öğrenmişti bunu...
geleneksel olmayan, toplumun dayatmalarını an be an takip etmeyen bir çiftti onlar.
kadın şaşırdı, "nerede yazıyormuş o kural?" dedi.

kapitalizm nasıl güçlü bir sistemdi ki; moda adı altında, özel günler adı altında, sevimli sempatik görünen pek çok uydurmasyon ıvır zıvır altında insanlara "satın alma"yı pazarlıyor hiç durmadan...
insanlar da durup düşünmeden, sorgulamadan, ihtiyacı olup olmadığına bakmadan, neye hizmet ettiğini bilmeden, hızla tüketiyor...
evlilik de, pohpohlanarak, duygusallaştırılarak pazarlanmaya son derece müsait bir "sektör"!


çevremdekilerin pıtır pıtır evlendiği bir yaştayım ve istisnasız herkesin dilinden benzer cümleler dökülüyor:
"evlilik hazırlıkları, ev kurmak çok zor, çok masraflı!"
evet, elbette kolay değil ev kurmak, bunu hepimiz öğrenci evlerimizi ve bekar evlerimizi kurarken de yaşadık; ama kurulan ev "yeni evli evi" olunca işler çok daha zorlaşıyor. sistemin dayatmaları başlıyor zira...
"evlenmek=zenginleşmek"mişçesine insanlar bir anda iyi evlerde oturmanızı, a'dan z'ye son teknoloji, süper kaliteli ve şık eşyalarınızın olmasını bekliyor sizden. evlenene kadar olan süreçte de birbirinize bilmem kaç milyonluk çikolatalar, saatler, yüzükler almanızı, bohçalar hazırlamanızı,  sonra bir organizasyonla  evleneceğinizi (bkz: nişan) ve nihayet dev bir organizasyonla (yaklaşık olarak tanıdığın herkesin davetli olduğu) evlendiğini (bkz. düğün) duyurmanızı bekliyor... tabi tüm bunlar olurken, araba süslemesi, fotoğraf çekimi, gelin başı (normal topuzla arasındaki 7 farkı ben bulamıyorum) gibi pek çok dayatılan tüketim alanı daha çıkıyor karşınıza...


oysa her şey çok basit; iki insan birbirini seviyor, her an birlikte olmak, hayatı birlikte yaşamak istiyor ve aynı eve geçip aile oluyorlar. bunu hukuki bir biçime sokmanın yolu da, nikah. yani yukarıdakilerin hiçbiri olmasa ve sadece nikah olsa da bu iki insan aile kurabiliyor aslında.
ama masrafa ve tantanaya bakar mısınız?

bir de dayatmalar gibi ben çok rahatsız eden bir diğer şey klişeler sanırım... 
yoksa hediyeleşmek güzel, kutlamalar güzel, sevdiklerinle bir arada olmak güzel. ama mesela milyonlarca çift zaten aynı şeyi yapıyorken, evlenme teklifi ederken tek taş yüzük alınması çok mu özel şimdi, söyler misiniz? her şeyin daha yaratıcı ve özgün olması daha özel değil mi?

amaaan, benim de derdim ne büyükmüş di mi a dostlar:)
velhasıl, allah'ım ne olurdu bayram, düğün, gelenek seven ve her şeyi eleştirmeyen bir yapım olsaydı da daha uyumlu ve mutlu bir birey olsaydım...

bu arada konu ile ilgili sevdiğim bir yazıyı da paylaşmış olayim.
sevgiler efenim ve mutluluklar cümlemize!

bugünün şarkısı: kimse bilmez



bu şarkıyı ilk mehmet güreli'den duydum.
10 yılı aşkın süre önce.
kent ozanları albümünün kasedi vardı evimizde.
duyar duymaz içime değen şarkılardandı.
sonra dizilerde duydum yeniden, duyuldu, bilindi o dönem.
ve geçen yıl, bir sabah, radyoda çok sevdiğim yaşar'ın sesinden duydum bu güzel şarkıyı.
çok sevdim bu halini de.
ömer hayyam'a selam olsun...

"bulut geçti gözyaşları kaldı çimende
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
seher yeli eser yırtar eteğini gülün
güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
kimse bilmez
kimse bilmez
..."

Salı, Ağustos 20, 2013

bugünün şarkısı: mavi kuş/ her daim sarhoş...


"mavi kuş
her daim sarhoş
....
gel hiç üzülme
salına salına uç
..."

Pazartesi, Ağustos 19, 2013

bugünün şarkısı: el gibi


bu versiyonunu pek sevdim ben bu şarkının...

Pazar, Ağustos 18, 2013

bugünün şarkısı: farklı rüyalar


"mutsuzluğun ortasın
ne yapsa da kurtulamazsın"

otisabi'den öğütler ;)


"önemli olan karar vermek değil, o kararla yaşamaktır.
evlenmeye karar vermek sigaraya başlamak gibidir.
hiç kimse tütünün tadını çok sevdiği için başlamaz.
çevresindekilere özenir ya da birileri gibi olmak için başlar.
sonrasında şikayet ede ede içmeyi sürdürür.
en iyisi dudak tiryakisi olarak kalmaktır."

Cumartesi, Ağustos 17, 2013

günün şarkısı: istanbul...


bırakıp gitmek var şimdi seni yarim...
dört yan ezan vapur vapur boğaz...

Perşembe, Ağustos 15, 2013

aşk sevdiğim şehirler gibidir...

9 gün izmir'deydim bayramda. 
ca'nım karşıyaka'mda, çeşme'de, çandarlı'da... 
ailemle, sessiz sakin, deniz'li.
çok güzeldi. 

her gidişimde izmir'i ne çok sevdiğimi anlıyorum...
ve fakat, buraya geliyorum sonra, "ahh" diyorum "nasıl da özlemişim"...
ya ben polyanna'yım, yaşadıklarımı sevmeyi biliyorum, elimde ne varsa onunla mutlu oluyorum; ya da hakikaten çok güzel izmir de istanbul da...

izmir tatilim ve bayram ziyaretlerimden biraz fotoğraf paylaşarak anlatmak istiyorum sizlere:

yalan yok; "bayram ziyaretleri" sevdiğim, önemsediğim ve keyif aldığım bir gelenek değil açıkçası. istanbul'a geldim geleli de izmir'de ve tatilde olma vesilesi sadece.
yine de kuzenlerin her bayram büyüyen çocuklarını görmek içimi neşelendiriyor!
hepsi de nasıl seviyor kameraları, hemen poz veriyor ve çeker çekmez de "bakayim" diyerek dokunmatik ekrana fıtı fıtı yapıyor :D





doğayla içiçe olmak ve sakinlik en sevdiğim şeylerden.
bunun için çandarlı birebir!


salıncakta kitap okumak oldukça keyifli;)


çeşme iş bankası tesislerinin ne denli güzel olduğundan daha önce de bahsetmiştim.


begonviller!
siz ne güzel çiçeklersiniz!
biraz datça biraz bodrumsunuz...


yavru kedileri çok sevdiğimi bilmeyen var mı?


velhasıl, dolu dolu, oldukça keyifli geçti günlerim.
şimdi yine istanbul, yine iş veee anında adaptasyon:)
hemen hafta sonu planları mesela, galata'ya mı gitsek, istanbul modern'e mi, istiklal'i de nasıl özledim, ya beşiktaş, ortaköy?...

bir de, güzel şarkılara hayran biri olarak "her güne bir şarkı" teması yapmaya karar verdim blogumda.
bugünün şarkısı çok sevdiğim yaşar'dan:


"...
kışlar bahara döner gibidir
var mı dünyada aşkından başka
aşk sevdiğim şehirler gibidir
..."

Cuma, Ağustos 09, 2013

nazım'dan...

hoşgeldin kadınım benim, hoşgeldin
yorulmuşsundur,
nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını...
ne gül suyum ne gümüş leğenim var...

susamışsındır 
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim 

acıkmışsındır 
sana beyaz keten keten örtülü sofralar kuramam 
memleket gibi esir ve yoksuldur odam

hoşgeldin kadınım benim, hoşgeldin
ayağını bastın odama, 
kırk yıllık beton çayır çimen şimdi 

güldün, 
güller açtı penceremin demirlerinde 

ağladın
avuçlarıma döküldü inciler 

gönlüm gibi zengin,
hürriyet gibi aydınlık oldu odam

hoşgeldin kadınım benim, hoşgeldin




Perşembe, Ağustos 01, 2013

kitaplar... iyi ki varlar...

bazen iyi gitmiyor hayat....
ne olsa mutlu olmazmışım gibi geliyor.
sonra küçük şeyler oluyor hayata bağlayan...
hızla gelen kitaplarım mesela...


altı kitap aldım evekitap'tan.
dördü alper canıgüz'ün. tatlı rüyalar'ı daha önce okumuştum, çok sevdiğim için elimde olmasını istedim.
biri velilerle çalışırken kullanmaya dönük olarak leyla navaro- gerçekten beni duyuyor musun.
diğeri de bloglarda sıklıkla karşıma çıkan ve çok merak ettiğim intihar dükkanı.

kitaplarım gelince, elimdeki kitabı hızla bitirdim ben de. taa 2011'de sahaf festivalinde almıştım labirent oyunları'nı. gayet ilgimi çeken kısa kısa makalelerden oluşan bir kitap. beyin ve insan psikolojisiyle ilgili olanların sevebileceği bir kitap. aklınızda bulunsun.

keyifli okumalar cümlemize;)