Cuma, Haziran 26, 2015

benelüks'ümsü avrupa seyahati- bölüm 2

denhaag molasından sonra belçika’nın küçük sevimli kenti gent’e geldik. 






ortaçağ yapıları ve yine kanalları ile etkileyici bir havası olan bu sakin kenti dolaşma ve kanal kenarında kısacık bir keyif yapma fırsatımız oldu ama, adamakıllı gezemediğimiz için aklımız burada kalarak  geceyi geçirmek üzere önceden ev kiraladığımız bray dunes’e geldik. bray dunes belçika fransa sınırında bir sahil kasabası. öyle sakin öyle sakin ki terkedilmiş bir yer havasında. ve fakat, uçsuz bucaksız sahili ile bir o kadar da güzel. kaldığımız ev de denize sıfırdı ve manzarası müthişti.


ertesi sabah yeniden yola çıkıp hemen yakındaki bruges şehrine geldik. belçika’nın en turistik yerlerinden biri olan bruges’ün anlamı “körprüler”. taa 2011’de colin farrell’li filmini izlediğimden beri görmeyi çok istediğim yerlerdendi. filmi izleyenlerin çok iyi hatırlayacağı üzere ilk önce belfort (belfry) kulesine çıktık. şehri panoromik olarak görme fırsatı veren kuleye çıkış biraz zorlayıcı olsa da güzel bir deneyim. 


daha sonra blood basilica’yı ziyaret ettik. 
üstüne insanı gerçek dünyadan koparacak kadar keyifli bir kanal turu yaptık. 


içinde michelangelo’nun “madonna and child”  heykeli olan “the church of our lady” kilisesi 5’te kapandığından ne yazık ki yetişemedik. çikolata müzesine de zaman ayıramadık, ama bolca çikolatacı gezdik ve bir miktar hediyelik çikolata aldık. çikolata dışında belçika’nın waffle, bira, patates ve midyesi ünlü. ben aromalı biralarını da yerel, yüksek alkollü biralarını da pek sevemedim. midye de haşlama usülü pişirildiğinden denemek istemedim ama deniz mahsulleri ile araları daha iyi olan arkadaşlar denedi ve sevdiler.
bruges çok güzel bir şehir olmakla birlikte, ne yazık ki, turizm yoğunluğu nedeniyle kapitalizm etkisine girmiş izlenimi verdi bana. şehrin tüm o masalsı görünümünün ardında mutsuz garsonlar, kendinizi sultanahmet’te hissettiren “yiyecek bir şeyler alacak mısınız yoksa sadece içki mi” diye soran esnaf ve kalabalık oluşu biraz hayal kırıklığı yarattı bende. sanırım benim aradığım gent’ti; ama orada da hem zamanımız çok azdı hem de ancak akşamüstü varabildiğimizden çoğu yer kapanmıştı…



gezginler için küçük notlar: yurt dışında en büyük dert, bilmediğin yerde karnını adam gibi doyuramama sorunu. biz gezimiz boyunca kfc, mc donalds ve burger king gibi tanıdık markalara emanet ettik beslenmemizi. hem ekonomik hem de doyurucu oldu. ancak bruges’da panos diye bir pastane var ki bizi abd emperyalizmine muhtaç etmedi. seçtiğimiz ekmek, et, peynir ve sebzelerle gözümüzün önünde hazırladıkları tazecik, kocaman, lezzetli sandviçlerle bir güzel doyduk. bir de belçika ve fransa’da carrefour’lar,  hollanda’da albert heijn’lar çok işimizi gördü. gün içinde tüketmek ve akşam hostele götürmek üzere su, içecek, atıştırmalık ve meyve ihtiyacımızı rahatlıkla oralardan karşıladık.

                                            devam edecek...

Perşembe, Haziran 25, 2015

benelüks'ümsü avrupa seyahati- bölüm 1

bu yaz için isteğimiz mısır ya da lübnan’a gitmekti esasen. sonra, gecenin bir vakti rumelihisarı’nda bir rakı sofrasından kalkıp bize geldik kadim dostum sevgi ile. kocalarımızla oturduk bilgisayar başına, başladık uçak bileti bakmaya. meksika’dan filipinler’e bakmadığımız ülke kalmadı. sonra ne oldu nasıl olduysa "lüksemburg’suz ve fakat fransa’lı benelüks" yapmaya karar verip amsterdam’a bilet alıverdik. aylardan şubattı.
sonra taa izmir’den, ilk gençlikten beri arkadaş olduğumuz 3 arkadaşımız haberdar oldu durumdan. kocaları ile eklendiler peş peşe. böylelikle on kişilik tatil planlarımız başladı 4-5 ay önce.
velhasıl zaman hızla geçti. tatile  gidildi, dönüldü. efsane anılar eklendi yine; ki en önemsediğim şey belki de bu hayatta, güzel yaşantılar biriktirmek…
hem yıllar sonra dönüp baktığımda ayrıntılarla hatırlamak hem de gitmeyi düşünenler veya merak edenler için, naçizane,  yol gösterici olması açısından uzun uzun anlatacağım. haydi başlayalım;)

12 haziran cuma, akşam 19:30’da amsterdam uçağımız havalandı. vardığımızda tek otobüsle hostelin yakınına geldik ve 3 gecelik rezervasyonumuz olan flying pig uptown’a yerleştik. hostel sırt çantalıların uğrak yeri olan, orada hem çalışıp hem de kalanlardan oluşan farklı ülkelerden gençlerin olduğu amsterdam’ın ruhuna uyan bir konaklama yeri. vondelpark’ın hemen yanında. bu demek oluyor ki museumplein’a yani, rijks ve van gogh müzelerine çok yakın…

(museumplein)

pek çoğumuzun bildiği üzere amsterdam, ögürlüklerin şehri. eşcinsel evliliklerin, belli düzeyde uyuştrucu ve uyarıcı maddelerin (ot, space cake, magic mushroom) yasal olması ve ünlü redlight. bunlardan benim için tek rahatsız edici olanı, red light; orada kadın bedeninin bunca aleni bir biçimde metalaştırılıyor olması…
şehrin en önemli bir diğer özelliği kanallar şehri oluşu. koca bir şehir sular üzerinde. ve bu suların ortasında 17. yüzyıldan kalma tipik evler. hollanda’da öyle önemli ressamlar yetişmiş ki tarih boyunca, remrandt, van gogh, vermeer, rubens, pieter brueghel, dirck van baburen, jan van eyck “insan böyle güzel bir şehirde ve bunca özgürlükle sanatla hemhal olmasın da ne yapsın” diye düşündüm ister istemez…


onun dışında tam bir müzeler şehri. madam tussauds, van gogh, rijks, anne frank gibi önemli müzelerin yanı sıra; bira müzesi, orospuluk müzesi, seks müzesi, erotik müze gibi pek çok ilgi alanına hitap eden müzeler var.
amsterdam deyince bisikletlerden bahsetmemek mümkün değil elbette. şehirde günlük hayatta ulaşım ağırlıklı olarak yaşlı genç herkes tarafından bisikletle sağlanıyor. turistler için kiralama fırsatı mümkün. en bilinenleri mac bike ve orange bike. başta vondelpark olmak üzere yeşil alan ve kuş türleriyle doğal güzellik sunan parklar da şehrin cazibesini artırıyor.

(hosteldeki odanın camından vondelpark ve bisikletler)

biz cumartesi ve pazar günlerini vondelpark, damrack caddesi (şehir merkezi)nde dolaşmak, heineken müzesi ve rijks müzesi ile değerlendirdik. 
heineken müzesi'nin girişi 18 euro (biz hostelden 16 euroya aldık). biranın yapım aşamalarını görebildiğiniz ve elbetteki bolca ikramı olan müzenin çıkışında bir de kanal turu hakkı kazanmış oluyorsunuz; ki, amsterdam'a gelmişken yapmamak olmaz;)
yine görmeden dönülmeyecek yerlerden  rijks museum'un (hollanda ulusal müzesi) girişi 17,50 euro ve kesinlikle bir tam güne sığmıyor. müzede sanatzanaat ve tarih alanındaki parçalar sergilenmekte olup,.müze hollanda altın çağı'na ait geniş bir tablo koleksiyonuna ve oldukça büyük bir asya sanatı koleksiyonuna sahiptir. müze, jacob van ruysdael, frans ,hals, johannes vermeer, van gogh jan steen ile rembrandt'a ait tabloların yanı sıra, hollanda'nın en büyük sanat tarihi kütüphanesini de barındırmaktadır.

                                (heineken experience)

(rijks museum'da delft mavisi porselenler ile)

pazartesi sabahı amsterdam’dan ayrılarak kiraladığımız araçla yola çıktık. yol üzerinde denhaag’da mola verdik. maalesef, sadece gepgeniş ve upuzun sahilini görmek ve bir mekana oturup bira patates molası vermek için vaktimiz vardı. 

 (vee, bu yazın ilk ayak fotosu den haag'dan:))




                                                                                                                                                                       devam edecek;)

*** bu arada, amsterdam'a yaklaşık 10 yıl önce bremen'de erasmus öğrencisiyken gitmiştim ilk defa. o zamandan da 1-2 fotoğraf ile o anıları da yad etmek isterim;)





Pazar, Haziran 07, 2015

Vizyonun Yaşadığın Kadar..

iki yıl önce, bir akşam üstü şirinevler’den minibüse binmiştim. yanımda oturan çiftin konuşmalarına kulak misafiri olmuştum istemeden. 20’li yaşlarda, muhtemelen nişanlı ve alt sosyo ekonomik seviyeden iki gençtiler. saatine bakıp bakıp “ayy aşkım çok güzel” demesinden anladığım kadarıyla kıza yeni saat almışlardı. sonra dedi ki kız “aşkım yaaa ama çok tiksindim aslında kara kara ellerinden saatçinin.” belli ki, siyahi bir göçmenden satın almışlardı saati… kızın bu tüyler ürpertici sözlerinden sonra, oğlan şöyle dedi “yok aşkım tiksinme, onlar müslüman oluyorlar!”
oturmuş faşistlik yarışı yapan bu çifte öyle kızdım öyle kızdım ki bir şeyler söylememek için kendimi zor tttum…
sonra minibüs hareket etti. çift sohbete devam etti. dedi ki kız “bakırköy’e götürsene beni birgün, ben hiç gitmedim.” oğlan dedi “götürürüm tabi aşkım. istanbul’da çok güzel yerler var; mecidiyeköy de çok güzel, oraya da götürürüm.” cevapladı kız “götür aşkım götür!”
içimdeki öfke yerini acımaya bıraktı birden… herkesi kendi varoluş gerçekliği ile değerlendirmemiz gerektiğini ayrımsadım bir kez daha… insanlar ne kadar görüyor, ne kadar yaşıyor ve ne kadar biliyorsa ancak o kadar açılabiliyordu vizyonları. daracık, kısıtlanmış, sıkışmış, baskılanmış hayatlardan açık görüşlülük çıkamıyordu…