Perşembe, Ekim 30, 2014

gönlümce bir ıssız ada bulmuşum...


"susamış suların akışı gibi
çaresiz gözlerin bakışı gibi
kapının ansızın çalışı gibi
akrebin ateşte yanışı gibi
vazgeçip uzaktan senin yanında
kendime cevapsız soru sormuşum
kaybolup giderken fırtınalarda
gönlümce bir ıssız ada bulmuşum
fark etmeden fark etmeden fark etmeden
senin olmuşum

güneşin gölgede kalışı gibi
uykunun düşlere dalışı gibi
kalbimin nabzımda atışı gibi
bir yolun bir yere varışı gibi
vazgeçip uzaktan senin yanında
kendime cevapsız soru sormuşum
kaybolup giderken fırtınalarda
gönlümce bir ıssız ada bulmuşum
fark etmeden fark etmeden fark etmeden
senin olmuşum"


Çarşamba, Ekim 29, 2014

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı


bugün, işgal altındaki bir devletin düşman işgalinden kurtulduktan sonra; yeniden doğuşunun, siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan değişiminin en büyük ve en kıymetli adımının 91. yıl dönümü!
ne acı ki, artık gelenekselleşen iş kazaları nedeniyle, buruk, üzgün ve öfkeli de olsak kutlu olsun büyük bayramımız!


Pazartesi, Ekim 27, 2014

yaşlılık

gelişim psikoloğu erik erikson, psikososyal gelişimi, insan ömrünü 8 evreye ayırarak inceler. 
8. ve son evre olan yaşlılık "benlik bütünlüğüne karşı umutsuzluk" evresidir. erikson'a göre "yaşamın sonu"na yaklaşan bireyler ömürlerinin muhakemesini yaparlar. bu değerlendirme sonucunda kimi bireyler geride bıraktığı yaşamından memnundur ve ölümü karşılayabilir, kimisinin ise geride bıraktığı yaşamında yoğun pişmanlıklar vardır, geçirdiği ömrü beyhude olarak görür ve ömrünü hakkını vererek yaşayamadığı için yaklaşan ölüm onu korkutur.
ırvin yalom'un "güneşe bakmak ölümle yüzleşmek" kitabında derinlemesine işlediği üzere, ölümü karşılamak hepimiz için güçtür aslında. bunu kolaylaştırabilecek yegane şeyse,  
"bir ölüm kaldıydı onu da gördüm/ değdi yorgunluğuma" dediği gibi şairin, 
yaşadığın hayattan memnun olmaktır.

bizimki gibi refah düzeyi düşük ve kalkınmamış ülkelerde de, gözlemim o ki, pek az birey gönlünce bir hayat yaşayabiliyor ve az pişmanlıkla ve sevecenlikle karşılayabiliyor ölümü ne yazık ki. 
hiç kendi için yaşayamadan, hep çocuklarını ve geleceği düşünerek geçiriyor ömrünü. her birey büyük bir gelecek kaygısıyla koca bir devletin yükünü alıyor adeta. gelişmiş ülkelerde sosyal devletin yaptığını, kendi kendine yapmaya, yani kendi ve ailesinin hayatını garanti altına almaya çalışıyor ömrü boyunca.derken, bu hayat gailesi ile bir ömür geçiyor. sevmeye, gezmeye, gülmeye, okumaya, dinlenmeye, eğlenmeye pek de vakit ayıramadan...
bundandır ki, yaşlılarımız çoğunlukla huysuz.

yaşlılıkta en zorlayıcı yaşantılardan biri -kuşkusuz- arkadaş dost, kardeş ve bittabi eş kaybıdır. yaşlı bireyin çevredekiler birer birer hayata veda ederken, o sırasını bekler düşünerek. 


bu noktada, bayramda ziyaret ettiğim bir yaşlı akrabamda fark ettiğim bir şeyi paylaşmayı anlamlı buluyorum. kendisi, zamanında çok iyi yerlerde olan, ve eşine biraz haksızlık eden, eşini kaybettikten sonra değerini anlayan ve giderek içine kapanan biri. ve bize ziyaretimizde, bir evde ayna ve saat bulunmasını önemli bulduğunu anlattı.bir meslek hastalığı olarak, durumu hemen psikolojik olarak değerlendirdim istemsizce. 
saat; zamandı. zaman akıyordu. acımasızca ve hızla.ömür geçiyordu. ölüm geliyordu.
ayna; yüzleşmeydi. insana kendini yansıtıyordu. hatalar yapıyorduk. görmek istemesek de. yaşlanıyorduk, hastalanıyorduk.

sözün özü, hayat kısa ve çok kıymetli. değerini biliniz. anlamlıca, coşkuyla, gönlünüzce yaşayınız!

(bilhassa da bizimki gibi gelişmişlik ve refah düzeyi düşük ülkelerde kimi zaman tüm bu sıkıntılara artan sağlık problemlerinin masraflarını karşılayamama, bakıma muhtaç olma gibi çok daha büyük zorluklar da bekleyebilir. ancak bunlar bu yazının konusu değildir.)

Perşembe, Ekim 23, 2014

"bir şey" yapma zorunluluğu

kendime koyduğum kurallar var benim.
hayatımın hiçbir döneminde sadece okul/iş olmadı hayatımda.
hep yeni ilgi alanları, hep kendimi geliştirme çabası. gitmediğim hobi kursu kalmadı, mesleki programları tamamlıyorum şimdi:)
ehh biraz da "işte bunlar hep kapitalizm" elbet... pompalayın modern insana on parmağında on marifetliği, sonra pazarlayın kursları...

kendimden yüksek beklentilerim var. 
kendimi rahat bırakmıyorum.
çok şey yapmak istiyorum.
ve sonra kendimi hayal kırıklığına uğratıyorum.
yıllardır yapamadığım yüksek lisans var mesela. baktığımız zaman akademisyen olmak istemiyorum, sahada çalışıyorum ama nedense yüksek lisans yapmak zorundayım illa. 
başladım, baktım aradığım bu değil, bırakayım dedim, çevremdeki herkesin ilk sorusu "eee peki ne yapacaksın onun yerine?"
ayy hiç bir şey yapmayacağım izninizle.
sadece çalışıp, mutlu olduğum şeyleri yapacağım! oldu mu.


Salı, Ekim 21, 2014

ekim de güzel...

eylül pek sevilir, pek bir hoş karşılanır. ben de her yıl yazarım eylül başında eylül için.
zaman hızla geçer ama; o güzel eylül bitiverir. neyse ki onu takip eden ekim de pek güzeldir!
yapı kredi kültür yayınları'nın sanat&kültür etkinliklerini takip ediyorum 2 yıldır. ve ekim itibariyle 3. sezonumun etkinlikleri de başladı.
"bir yazarın gayrıresmi portresi"nde gündüz vassaf vardı bu akşam. gündüz vassaf, üniversiteye başladığım yıl sosyoloji hocamın sürekli bahsettiği bir yazardı (yazar demek yetmedi aslında, sadece yazar değil o zira). o yıl okumuştum "cehenneme övgü" ile "cennetin dibi"ni. sonra gazete, dergi yazılarında takip edebildim kendisini. pek sevdim. bundandır ki, bugün de koşa koşa gittim etkinliğe. 
çok sade ve sempatikti gündüz vassaf. "istanbul'da kedi" diye kitabı çıkacakmış kasımda, onun üzerinden gitti söyleşi. heyecanla bekliyorum kitabı; zira, kediyi de istanbul'u da ne çok severim ben!
söyleşinin başında sibel oral şöyle söyledi:
"bizi kurtaran tek şey, edebiyat. bizleri mutsuz sokaklardan alıp kendi dünyalarına davet eden yazarlara teşekkür ederim."
sanat en çok da buna yarıyor belki. 
insanın estetik ihtiyacı var elbette; ama o yüksek düzey ihtiyaçtan önce, sağaltıcı bir etkisi var sanatın kanımca. hem üreten hem de okuyan/ dinleyen/ seyreden açısından.
çok keyif alarak dinlediğim müziklerden sonra dilimden dökülüverir hep, "şarkılar iyi ki var" derim.
ne yapardık sahi, olmasaydı şarkılar?
peki ya kitaplar, filmler, resimler, heykeller...

Cumartesi, Ekim 18, 2014

güzel şarkılar&güzel anılar...

düğünümüzün giriş ve kapanış dans müziği!
https://www.youtube.com/watch?v=6EL8W_SA3Tw


çok sevdiğim bu şarkıyı her dinleyişimde aklıma düğün günü geliyor artık:)

keyifli dinlemeler size;)


Pazartesi, Ekim 13, 2014

suzan defter- ayfer tunç

bir kitaba başlamak her zaman planlı olmuyor. bir kitap bittiğinde "okumak istediklerim listem"deki koca havuzdan birini seçmek zaman alıyor aslında biraz. genelde önce birkaç tanesini karıştırıyorum bir süre, sonra birine devam ediyorum.



"ölmek" bittiğinde de öyle olmuştu. bir yandan emre caner'in araştırma niteliğindeki kitabını okuyup bir yandan da mesleki okumalara devam ediyordum bir süredir.


hayat ilginçti ama... sevgili sedenist yorumunda sormuştu suzan defter'i. ben de kalktım aldım sehpadan (okunmayı bekleyen kitapların yeri çalışma odasındaki kitaplık değil, salon sehpalarıdır bizim evde). 
öylelikle başladım. ve çok akıcı bir hikayenin içine giriverdim. 
romanları, roman karakterlerini, eski zamanları, eski dönem aşklarını, hüzünlü ve yalnızlık üzerine anlatıları severim hep. bu kitabı da çok sevdim. hem içerik hem anlatım açısından. 

kitabın tadına bakmanız için altını çizdiklerimden bir kuple size:
"insan ya kendi kendine konuşur ya kendi kendine yazar. kendi kendine konuşmayı makbul saymazlar. oysa ne fark var ki arada?"
"pazar günleri hayatın intikam günleri. neşeli başlasın ve öyle geçsin diye gayret edildikçe insanı koyu bir yalnızlığa, anlaşılmaz bir kedere iten günler."
"bir kadının gittiği, evden belli olur. kadın giderken düzeni götürür bir kere. yaşayan ev sarsılır."
"-gençliğiniz haram olmuş desenize
-insan gençliğini aşka vermezse, gençlik neye yarar?
-ama sonunda kaybeden siz olmuşsunuz
-kayıp mı?kaç kişi böyle sevebilmiştir dünyada?"
"insan hayatı bir rahim arayışından ibarettir. ev rahimdir."

teşekkürler sedenist! :)

müzik hep iyi gelir...


evrensel bir dil müzik... 
evrensel bir duygu dili...
hem hüzünlendiren hem rahatlatan bir şeyler var bu şarkıda...


Cumartesi, Ekim 11, 2014

Salı, Ekim 07, 2014

sapanca&bolu'dan iyi bayramlar:)

ailemizden uzakta yaşadığımız için bayram demek izmir'e gidip, ailemizle görüşmek demek bizim için. ama bu sefer, normal bir hafta sonundan sadece iki gün fazlası olan bayram için istanbul'dan çıkış, istanbul'a giriş trafiğini gözümüz almadı. bu bayram bir değişiklik yaptık.
benim annem ve ablam geldi geçen hafta, onlarla bir güzel istanbul'u gezdik. sonra onlar döndü, bayramda da eşimin ailesi geldi. onlarla da biraz istanbul'u gezdikten sonra, civardaki güzellikleri görmeye karar verdik. çok da iyi etmişiz. gerek hava durumu gerekse de trafik açısından çok şanslıydık ve çok güzel iki gün geçirdik. uzun zamandır görmek istediğim yerleri gördüğüm ve defterimde tikler atabilmiş olduğum için de ayrıca mutlu oldum ben:)

pazar sabahı çıktık yola. ilk önce sapanca'ya uğradık. sapanca, sakarya ilinin gölü ile ünlü ilçesi. yıllardır görmek istediğim ve istanbul'a sadece 160 kilometre mesafede olan sapanca'ya bayramın verdiği trafik rahatlığıyla 2 saatte ulaştık.



göl kenarında gerek özel gerekse de belediyenin işletmeleri mevcut. oturup bir çay/ kahve içmek gerçekten huzur verici. biz göl kenarında bir yürüyüş yaptıktan sonra bir çay molası verdik. sonrasında görülecek yeni yerler için oradan ayrıldık. 


ama, istanbul'un gürültü ve karmaşasından uzaklaşmak ve rahatlamak için, eşofmanlarımızı giyip göl çevresinde bir tam günü sadece yürüyüş yaparak, deniz bisikletine binerek, kitap okuyup, kahve içerek geçirmek üzere ileride bir kez daha gelmeyi de not ettik...

bolu yönünde devam ettik yolumuza. karacasu mevkiinde bulunan ve aladağlar'ın eteklerindeki, denizden 1000 m yükseklikteki gölcük'e geldik. otomobil ile girişin 10 tl olduğu büyük ve çok güzel bir tabiat parkı gölcük


öncelikle çok geniş. sanırım büyük şehir insanlarının en çok özlem duydukları şey, "mahrem alan." kimseye değmeden, çarpmadan ve hatta bazen kimseyi görmeden yaşayabilmek. özgürce...
büyük şehirlerde çok insan var ve kaynaklar bu kadar çok kişiye yetmiyor, bu nedenle hep yarış, koşturmaca... oysa bu tabiat parkı öyle büyük ki, bayram kalabalığına rağmen piknik alanları, yürüyüş parkurları tenha... 




parkın içerisinde, getirdiğiniz yiyeceklerinizi yiyebileceğiniz ahşap masaların yanı sıra parkın içerisinde kır gazinosu da mevcut. 
aslında yapay bir gölet gölcük. ve fakat çevresindeki yoğun göknar, kayın ve gürgen ağaçlarının arasında doğalmış gibi güzel. "her mevsim ayrı güzel" diyorlar ama, bana kalırsa tam mevsimiydi. sararan, kızaran, dökülen yapraklar ile hala yemyeşil kalanlar adeta bir renk cümbüşü oluşturmuşlardı. 

(misafirhane) 


(monet resimlerinden sonra gerçeği ile tanıştım nilüferlerin)

güneşi bu güzel doğanın içinde batırdıktan sonra, karacasu'ya inerek otelimize yerleştik. 


bayram nedeniyle oteller çok dolu olduğundan, biz ancak bolu yıldız otel'de yer bulabildik. tam pansiyonun 70 lira olduğu oteli fiyat/performans açısından yeterli buldum ben.



bolu deyince akla gelen ilk şeylerden biri de termal tesisler, kaplıcalar elbette; ancak biz onu da bir başka sefere erteledik. ve akşam yemeğinden sonra odamızda ailece mandıra filozofu izledik:)
insan hem gün boyu bunca doğa ve kasaba görünce, üstüne de modernite sorgulamalı film izleyince kendine sormadan edemiyor tabi:

"neden istanbul?"
sahi koca ülkenin 5te 1i, bir şehire doluşmuş ne yapıyoruz biz? neden bunca hıncahınç, üst üste bir yaşamı tercih ediyoruz?

bu sorgulamalarla uyuyup uyandıktan sonra otelimizde kahvaltımızı yapıp ayrıldık ve abant' a çevirdik direksiyonumuzu. 


abant tabiat parkı 1300 m yükseklikteki krater gölünü çevreleyen  çam, köknar, kayın, meşe, kestane, gürgen, kavak, yabanıl meyve ağaçlarını barındıran zengin bir bitki örtüsüne sahip ormanlardan oluşuyor. giriş araçla yine 10 tl. gölün çevresi araçlarla da turlanabiliyor, bisikletle de, yürüyerek de. parkın içinde ata binme parkurları, bisiklet ve yürüyüş yolları, piknik alanları, konaklama tesisleri, çadırlı kamp ve günübirlik kullanım alanları ve yaylalar mevcut. parkın girişinde "ziyaretçi tanıtım merkezi" ve "doğa müzesi" hizmeti var. 


biz bol bol yürüyüş yapıp oksijen depoladıktan sonra ormanın derinliklerine doğru keşfe çıktık.








gezintimizi yaptıktan sonra, yeni yerler görmek üzere buradan da ayrıldık. 


bu sefer istikamet düzce'ye bağlı gölyaka beldesi idi. bir dağ köyü olan güzeldere'ye ulaşmak ve türkiye'nin sayılı şelalelerinden birini görmekti niyetimiz. 16 km lik asfalt yol zaman zaman zorlu ve dar olabiliyor; ama bir o kadar da doğal, her iki taraf fındık ağaçları ile çevrili. zaten ilçenin genelinde de gerçek bir karadeniz havası hissediliyor. yolun bitiminde köyün sonunda güzeldere tabiat parkı'na ulaştığımızda (giriş otomobille 8 tl) kendimizi bir film setinde hissettik. gerçek bir doğa harikasıyla karşı karşıyaydık. bir yayla, çevresi vahşi ağaçlarla çevrili ve inceden su sesi geliyor. merdivenlerle biraz aşağı inince şelale ile karşılaştık ve büyülendik!




bir defa daha anladım ki "hiçbir şeye ihtiyacımız yok, tüm güzellikler ve her şey doğada var! ve biz medeniyet kurmaya çalıştıkça sadece zarar veriyoruz doğaya ve kendimize!"

hava kararmaya başladığında yoldan endişe edip, gölyaka'ya indik ve "madem karadeniz'deyiz" diyerek coşkun lokantası'nda enfes pide yedik.
ne yazık ki her güzel şey gibi, bu mini tatilin de sonu gelmişti. bu sefer direksiyonlar istanbul'a çevrildi ve doğadan uzak hayatımıza dönüldü...