Çarşamba, Ağustos 23, 2017

Eskişehir, Güzel Şehir!

*Geç gelen bir yazı. 
Aniden, tatilimin son haftasında olduğumu ve yarım kalan işlerimi toparlamak için çok az zamanımın kaldığını  fark ettim. Zira, eylül itibariyle yoğun bir tempo beni bekliyor olacak. Ve yazmaya çok zaman ayıramayabileceğim. 
O halde, neredeyse 5 ay öncesinin gezisini sizlerle paylaşmaya hemen başlayayım;)
****

Eskişehir, 10 yılı aşkın süredir görmek istediğim şehirlerdendi. Taaa liseyi bitirdiğimizde oraya okumaya giden arkadaşlarım bahsettiğinden beri. Sonrasında zaten malumunuz sosyal medya hayatımızda büyük yer kaplamaya başladı ve güzelliklerden hızla ve kolaylıkla haberdar olmaya başladık. Sosyal medyada gördükçe ve gidenlerle konuştukça Eskişehir'i görme isteğim perçinlendi yıllar içinde. 
Ve nihayet, nisan ayının ilk hafta sonu için ablam ve eniştem ile ortak zaman ayarlayabildik ve iki günlük kısacık bir eskişehir gezisi yaptık.

1 Nisan 2017- Cumartesi
Sabah onlar İzmir'den biz İstanbul'dan araçlarımızla Eskişehir'e doğru yola çıktık. 5 saatlik yolun sonunda, öğlen, kalacağımız yere vardık. Booking.com'dan ayarladığımız Bayrambey Residence şehrin girişinde, Tepebaşı mevkinde. Burayı fiyat performans açısından oldukça başarılı bulduk biz. Yetkili bey, çok ilgili ve nazik; odalar son derece temiz ve yeterli düzeyde konforluydu.
Eşyalarımızı bırakıp, şehri gezmek için yola çıktık. Aracımızı Adalar'da bir otoparka bırakıp, yürüyerek keşfetmeye başladık. 
Şehre dair ilk dikkatimi çeken şey, Avrupa şehirlerindeki gibi bol miktarda heykel olması (normalde çok aşina olduğumuz bir şey değil, malum).



Şehrin ortasından geçen porsuk nehri ve üzerine kurulan kanallarsa hakikaten de Amsterdam'ı çok andırıyor. Sadece fiziksel benzerlikle olamıyor tabi ki. Yaşayan, canlı, hoşgörülü, nezaketli ruhu da Avrupa'ya benzetilmesinde büyük rol oynuyor...
Adalar bölgesinde kısa bir tur attıktan sonra, öğle yemeği için yerel fast food restoranı Pino'ya oturduk. Oldukça ekonomik ve lezzetliydi. yemekten sonra, hemen önünden kalkan gondola binerek nehri turlamak istedik ama çok uzun bir sıra beklememiz gerekeceğinden, bu isteğimizi bastırdık ve Odunpazarı'nı gezmek üzere yola çıktık. (yürüme mesafesinde)



Odunpazarı, şehrin en eski yerleşim bölgesi ve dokusunu hala koruyor. rengarenk evleri ve tüm sokaklarına yayılan el emeği tezgahları, sanat atölyeleri ve çeşit çeşit müzeleri ile gerçekten ününü hak ediyor. 



Bu bölgede pekçok tarihi ve turistik yapı yer alıyor; Kurşunlu Camii ve Külliyesi, Lületaşı Müzesi, Atlıhan El Sanatları Çarşısı, Balmumu Müzesi, Çağdaş Cam Sanatları Müzesi, Osmanlı Evi, Cumhuriyet Tarihi Müzesi, Alaaddin Camii, Anadolu Üniversitesi Eğitim Karikatürleri Müzesi, Arasta, Şeyh Edebali Müzesi ve daha fazlası.



Biz elbette, tüm bunların az bir kısmını gezebildik. Renkli evlerden yukarı çıkarken, ilk durağımız Kurşunlu Külliyesi oldu. Şanslıydık ki, tasavvuf müziğine denk geldik. Çok güzel bir ortamdı. 15-20 orta yaşı da aşmış kadınlı erkekli bir grup çember şeklinde oturmuş çalıp söylüyorlardı. Kapıdan baktığımızı görünce içeri davet edip çay ikram ettiler. Onları dinleyip ruhumuzu ve bedenimizi dinlendirdikten sonra külliyeyi gezdik. 



Eskişehir hakikaten çok ekonomik bir şehir. Turistik bir yer olmasına rağmen hediyelik/ hatıralık olarak alabileceğiniz çok güzel ürünleri çok uygun fiyata bulabiliyorsunuz. Mesela ben kendime buradan 3 liraya lületaşı bir çift küpe aldım:)


Külliyeden sonra Cam Sanatları Müzesi'ni gezdik, camın yapılışını izledik.



Ardından, bir kahve molası için Mantar Cafe'ye oturup dinlendik ve yeniden aşağıya inmeye başladık. 




Bu yol üzerinde çok fazla helvacı var. Eskişehir'den dönerken sevdiklerinize götürebileceğiniz iyi bir hediye olarak, manda kaymaklı lokum, met helva, yaz helvası, leblebi kurabiyesi ve pek çok bu tarz şekerleme seçeneği mevcut. Biz de buralardan bir miktar alışveriş yaptıktan sonra Atlıhan El Sanatları Çarşısı'na girdik.



Burada da bol miktarda el sanatları dükkanı var. Lületaşı, cam sanatları ve daha pek çok el sanat seçeneği karşılıyor sizi burada.
Odunpazarı'nda epey vakit geçirdikten sonra yeniden adalar bölgesine indik. Pek acıkmamış olsak da, meşhur çibörekten yemek istiyorduk. Kırım ve Papağan çok ünlü, biz tercihimizi Papağan'dan yana kullandık. 




Bir porsiyonda 5 adet çibörek geliyor, o nedenle biz iki kişi bir porsiyon söyledik. oldukça lezzetli (benim gibi hamur işi seviyorsanız:)). Çibörekten sonra boza severler, Eskişehir'in meşhur Karakedi Bozacısı'nda boza içtiler. 



Sonra kanallar arasında dolaştık. bu gezintimiz esnasında, gençlerin özgürce ve rahatlıkla nehir kenarında çimlere yayılıp vakit geçirebildiği tertemiz, çağdaş ve keyifle yaşanabilir bir şehir olduğu kanısına vardık. Ve Anadolu'nun ortasında böyle bir şehir olduğu için çok mutlu olduk.
Akşam yemeği saatimiz yaklaşırken, kesinlikle balaban yemeye kararlıydık. Balaban konusunda öne çıkan birkaç mekan olmakla beraber, biz tercihimizi Abdüsselam'dan yana kullandık. Yeri bulmakta biraz zorlandık. Merkezin biraz ara sokaklarında bir pasajın içinde salaş ve eski bir mekandı. yemek için bir miktar sıra bekledik. Sıramız gelip de yemeğe başlayınca sıranın nedenini anladık. Gerçekten de efsane bir lezzetti! Aslında pideli köfte mantığında bir yemek ama hakikaten çok çok lezzetliydi. Eskişehir'de ilk defa burada hatırı sayılır bir hesap ödedik (Eskişehir'e göre yüksek, normal İstanbul standardında).
akşam yemeğinden sonra yine Adalar'da nehir kenarında bir mekanda oturup bir şeyler içmek istedik. Aslında çok güzel barları olduğunu duymuştuk; Cafe del Mundo (Türkiye'deki ilk Varuna Gezgin), Traveler's Cafe gibi. Ancak grupta antibiyotik kullanan olduğundan ve hepimiz de oldukça yorgun olduğumuzdan tercihimizi çay-kahveden yana kullandık ve Rumeli Çikolatacısı'na oturduk.
Sonrasında dinlenmek için otelimize gidip odalarımıza çekildik. Zira yarın daha yürünecek çok yolumuz, görülecek çok yerimiz vardı;)

 2 Nisan 2017 Pazar
Erken uyanıp otelimizden ayrıldık ve kahvaltı için, yine Adalar bölgesine geldik. Porsuk Çayı boyunca uzanan sayısız mekandan Dante'yi seçtik ve 24 liraya 2 kişilik serpme kahvaltımızı ettik. Kahvaltı hem çeşit hem lezzet bakımından çok tatmin ediciydi ve İstanbullular için acayip uygundu!



Kahvaltının ardından gondola binmek için tekrar şansımızı denedik ve fakat yine çok sıra vardı ve bizim maalesef o kadar vaktimiz yoktu. İlk durağımıza doğru devam ettik. bugünkü planımızdaki ilk durak Odunpazarı'ndaki Şelale Park. 
Şelale Park içerisinde yer alan 1400 m2 lik yapay şelale bu parka adını veriyor. Yapay şelale dışında parkta yel değirmeni, Don Kişot ve Sanço Panço heykelleri, çocuk oyun grupları, mini amfi tiyatro, yürüme yolları, seyir terası, kafe ve restoran yer alıyor. Yapay şelalenin yanında yer alan kafe ve restoranda oturup Eskişehir manzarasına karşı bir şeyler yiyip içebiliyor. Fakat bizim vaktimiz kısıtlı olduğundan, hızla gezip ikinci durağımıza doğru yola çıktık.



Bugünün planında ikinci durak beni kendine hayran eden Kentpark



Porsuk Çayı‘nın kenarında Şeker Mahallesi'nde kurulu olan park, Eskişehir şehirlerarası otobüs terminalinin karşısında yer alıyor. 



Toplam 300.000 m2'lik alana sahip sahip olan parkta Türkiye'nin ilk yapay plajı, açık yüzme havuzları, restoran ve kafeler, hediyelik eşya satışı yapılan büfeler, at binme alanları, çocuklar için oyun grupları ve büyük bir yapay gölet bulunuyor.



Koca bir günü rahatlıkla çimlere serilerek, kuğuları izleyerek geçirebileğiniz geniş ve rahat bir ortam burası. Biz parkı gezdikten sonra, Rosa Luna'da oturup bir kahve molası verdik (türk kahvesi 5 lira) ve ardından bugünün son durağı için yola koyulduk.

Sazova Bilim Sanat ve Kültür Parkı Türkiye’nin en büyük ve en güzel parklarından bir tanesi. 


Eskişehir- Kütahya yolu üzerinde yer alan ve yaklaşık 400.000 m2 alan üzerine kurulu olan yer sahip olduğu tasarım ve içinde barındırdığı yapılar ile ülkemizin en özgün parkları arasında gösteriliyor. Park içerisinde yer alan çok çeşitli yapı ve etkinlik alanları ile büyük küçük her yaştan gezginin gün boyu eğlenceli vakit geçirebileceği yer özellikle şehre ilk gez gelenlerin mutlaka görülecek yerler listesinde üst sıralarda yer almalı. 


Sazova’nın giriş ücreti bulunmuyor, yalnız parkın içinde yer alan çeşitli bölümler ücretli. içerisinde birçok önemli yapı yer alıyor. Masal Şatosu, Korsan Gemisi, Yapay Gölet, Hayvanat Bahçesi, Eti Su Altı Dünyası, Bilim ve Deney Merkezi, Sabancı Uzay Evi, Türk Dünyası Bilim Kültür Merkezi, Esminyatürk, Amfi Tiyatro, çeşitli oyun parkları, kafe, restoranlar ve hediyelikçiler park içerisinde görebileceğiniz önemli noktalardan. Tüm bu gezi noktalarını dolaşmak abartısız tüm gününüzü alabilir. Üstelik Bilim Deney Merkezi, Sabancı Uzay Evi ve Masal Şatosu gibi noktalarda belirli saatlerde düzenlenen tur ve gösterimler için parkın kalabalık olduğu günlerde bilet veya yer bulamama sıkıntısı yaşayabilirsiniz. Bu nedenle gelmeden önce parkın bölümlerini inceleyip, hangilerini görmek isteyeceğinize karar verip bir gezi planı oluşturmakta yarar var. Bizim vaktimiz olmadığından hiçbir yapının içine giremeden yüzeysel bir biçimde turlayabildik. Ancak dediğim gibi, burada insanın bir günü rahatlıkla geçebilir ve hatta yetmez bile. 
Sazova'dan çıktığımızda akşam oluyordu ve bir gezimiz daha sona eriyordu.
Herkes kendi evinin yoluna düştü ve tadı damağımızda kalan Eskişehir'e veda ettik...

Salı, Ağustos 22, 2017

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)

Ruh sağlığı eğitimi alanların insan davranışları hakkında konuşurken, diğerlerine göre daha fazla dikkat etmeleri gerektiğini düşünüyorum.. (Ve fakat ne yazık ki, her gün gerek televizyonlarda gerek gazeteler dergilerde gerek internet üzerinde "uzman" titri altında kimi kişilerin yanlış söylemlerini görüyor, okuyor, izliyor ve topluma verebilecekleri zararları düşünüp kahroluyorum)

Ben şahsen bu baskıyı gündelik hayatımdaki sohbetlerimde hissediyorum yoğun olarak. Fütursuzca yorumlar yapmaktan kaçınıyorum elimden geldiğince.
Zira, karşımızdakiler bizi "uzman" olarak algıladığından söylediklerimiz çok kıymetli ve değişmez doğru olabiliyor onların gözünde. Oysa ben belki bilimsel temeli olmayan kişisel görüşümü anlatıyorum o an...
Bundandır burada yıllardır içimden gelen her konuda yazıp, mesleğimle ilgili bu kadar az yazmam...

Ve fakat beni giderek rahatsız eden bir mevzu var ki, yazmak istiyorum bu hususta...

Çok kısa ve anlaşılır olarak bahsedecek olursam:
*bu konuda söylemek istediğim ilk şey, hareketli tüm çocukların dehb olmadığıdır. tüm yetişkinler aynı olmadığı gibi tüm çocukklar da aynı değildir. kimi daha durgun kimi daha hareketli olabilir.

*Anne baba, öğretmen, komşu, akraba bir çocuğa bu etiketi kesinlikle yapıştırmamalıdır. bu hakikaten çok sakıncalı bir durum.
tanıyı koymakla ilgili yetkili merci çocuk ergen psikiyatristleridir. bununla beraber, başıma bir şey gelmeyecekse, o uzmanların da bu tanıda fazla bonkör davrandığı kanaatindeyim...
Tanının konabilmesi için hem beyin görüntüleme hem de çocuğu uzun süre farklı ortamlarında gözlemleyip tanımanın gerektiğini düşünüyorum. Ders çalışırken, ders dinlerken sıkılmak dehb belirtisi değildir mesela. istemediği bir şeyi yaparken sıkılmayan var mı ki?! Bu örnekteki mesele, çocuğun öğrenmekten haz almamasıdır, onun da nedenleri çok komplike olabilir.


*Eğer gerçek bir DEHB değilse, yanlış ve gereksiz ilaç kullanımı korkutucu sonuçlara sebebiyet verebilir. 

*Bu noktada belirtmek istediğim belki de en önemli husus da bence şudur ki; çocuklar yetişkinlerden biraz farklı biçimde depresyona girerler... örneğin odaya kapanıp ağlamazlar çoğu zaman. 
Genellikle davranış problemleri ortaya çıkabilir, günlük aktivitelerinden keyif almaz ve uyumsuzluk gösterebilirler, yetişkinlikteki iş performansının düşmesine benzer şekilde okul performansları düşebilir... Fark ettiyseniz çocuklarda bu durumlar görüldüğünde akla gelen dehb oluyor; oysa ki depresyon tablosu da olabilir. bu, maalesef gözden kaçıyor.
Ek olarak, bildiğimiz üzere, hareket etmek mutluluk hormonlarını aktive eden temel şeylerden biri... Belki de depresif ruh halinde acı çeken çocuk, aşırı hareket ederek kendini mutlu etmeye çalışyordur... Ne dersiniz?
Özellikle anne babalar ve öğretmenler, çok hareketli çocuklara bir de bu açıdan bakabilirlerse ne güzel farklar yaratılabilir aslında!

Pazartesi, Ağustos 21, 2017

anne olmak istediğimi anladığım an...

bir anda oldu... datça'daydık.
küçücükken annemlerle gezdiğim zamanların hatıraları canlandı zihnimde. genceciklerdi, her şeyi çocuklarıyla beraberce deneyimliyorlardı. ne güzeldi...
sonra düşündüm; biz hızlı yaşıyorduk ve pek fark etmesek de yaşlanıyorduk... hayatı dopdolu yaşamaya çalışırken, eğer birgün çocuğumuz olacaksa, o dünyaya geldiğinde çok şeyi tüketmiş, çok arzumuza kavuşmuş olacaktık dünyada...
her şeyi ondan önce deneyimlemiş olacak olmamız iyi gelmedi...
ama zaten çocuk istemiyorduk ki! ve kendi adıma, asla isteyeceğimi de düşünmüyordum ömrümce...
ve fakat, 30 yaşımda ilk defa, dünyaya bir çocuk getirmenin güzel olabileceğini hissettim ben...
hiç beklemezken, aniden oldu.
aslında hala, mantıken sıcak değilim bu fikre... dünya (ve elbette türkiye) bunca kötüye giderken çocuk büyütmek çok sancılı bir iş besbelli...
ve fakat, bilmiyorum işte...
içim istiyor. 
kendimden ve çok sevdiğim adamdan oluşan bir canlıyı doğurmak, büyüdüğünü izlemek...
onunla dünyayı yeniden öğrenme ve kendimi de büyütme şansı gibi geliyor...


Cuma, Ağustos 18, 2017

kalben- taşikardi

"günün nasıl geçti
yemekte ne vardı
boş ver bunları
öpüşelim!

kalır geride sevdiğim küçük şeyler..."


Pazar, Ağustos 13, 2017

İmago Çift Terapisi

Tüm pratikliğinin ve keyfinin yanı sıra evlilik zaman zaman zordur... Bunu evlilik hayatı yaşamış olan herkes onaylayacaktır sanırım...
Çok sevdiğiniz adam/kadın ile hayatı paylaşmak çok güzel, hem kendi evinde olmanın rahatı hem sevgilinin yakınında olmanın huzuru, istediğin zaman kendi dünyanda kalabilmek ama yalnız olmadığını bilmek çok güç verici... 
Ancak, yaşamı bir arada sürdürmenin getirdiği birtakım zorlanmalar da var elbette. Zira iki insan var, iki farklı evden/aileden geliyor. Her ikisinin de geçmişinden getirdiği birbirine benzemeyen öğretiler, doğrular, tutumlar, aile olmaya dair algılar, eş olmaya, kadın/erkek olmaya dair şemalar var. Ve bunlar karşı karşıya geliyor, çatışıyor ve en nihayetinde bir orta yolunu buluyor... 
Önemli olan bu çatışmaları nasıl ele alabildiğimiz. Birbirimizin duygusal ihtiyaçlarını gözetebilmemiz...

Evlilik, aslında, kendi anne babamız ile de bir yüzleşme sağlıyor. Çocukluğumuzu anımsatması sancılı olabiliyor.
Kendi evliliğimize çocukluğumuzda tanıklık ettiğimiz ve en yakından bildiğimiz evlilik modelini taşıyoruz ister istemez. Ne gördüysek o çıkıveriyor çoğu zaman,  anne babamızı taklit ediyoruz esasen...
Çift terapisi kuramlarından imago çift terapisi tekniğine göre:

"İlişki problemi yaşayan çiftlerin asıl problemleri ebeveyn ilişkilerinin bilinçdışı olarak bugüne yansımasıdır. Bizler eş seçerken aslında tıpkı ebeveynlerimiz gibi birini seçeriz. Çünkü bilinçdışımız için tanıdık olan tek figür odur. Dolayısıyla ebeveynlerimizle saklı kalan bütün iç çatışmalarımız eşimizle olan ilişkide gün yüzüne çıkar.
Her insan çocukluk yaralarını iyileştirecek eşler arar, ne var ki bu eşler aynı zamanda çocukluk yaralarını en çok kanatacak kişiler olacaktır. Bilinçdışımız çocukluğumuzda yaşadığımız ve iyileştiremediğimiz yaraların benzerlerini yaratabileceğimiz bir eş adayı bulur."

İlişkilerinize bir de bu açıdan bakmaya ne dersiniz?

Perşembe, Ağustos 10, 2017

sosyal medyada "iyilik illüzyonu"

sosyal medyada gördüklerimizin bir illüzyon olduğunu konuşuyoruz sürekli. ama yine de unutuyoruz zaman zaman bu gerçeği. oysa, eminim ben artık:
kimse ne gerçekten o kadar mutlu ne gerçekten o kadar güzel ne o kadar varlıklı ne o kadar nazik ne o kadar duyarlı ne o kadar kitap kurdu ne o kadar aşık...
seçtiğimiz anları seçtiğimiz düzenleme ve filtreler ile süslediğimiz, hayatımızın istediğimiz kadarını/ yanlarını gösterdiğimiz yapay bir zemin... sadece "estetik an"lardan ibaret. 
kendi instagram hesabımdan biliyorum en çok da...


mesela, bu fotoğrafa bakıp "ne şanslılar" diyebilirsiniz pekala... "ne güzel, ne kadar bağlılar" diye düşünebilirsiniz. ama pek azınız ardını görebilir...
evet, gerçekten de şanslıyız elbette. binlerce şükür annem ve ablam hayatımda olduğu için! (bu gerçekten de her gün defalarca tekrarladığım bir dua)
ve fakat, 
3ümüz çok bağlıyız da neden hep 3ümüzüz... 
eksikliği nasıl tamamladık yıllarca, nasıl birbirimize dayanarak ayakta dimdik durduk bugüne dek... nasıl mücadele ettik hayatta, hızla toparlanıp devam ettik... nasıl sardık kaybın yarasını...
kaybetme korkusuyla ne sert biçimde tanıştık da nasıl bir sevdiklerini kaybetme korkusu sardı hepimizi... nasıl sarıldık bu korku ile birbirimize...

ardındaki acıyı, yaşanmışlığı, emeği;
pek çok yaşıtımın aileyi reddettiği yaşta -ergenlikte- ailenin en kıymetli şey olduğunu deneyimleyerek idrak etmiş olduğumu kaç kişi anlayabilir sahi...

fazıl say-ilk şarkılar

albümle tanışmam yeni değil esasen; lakin, son günlerde bağımlısı oldum...
10 şarkı var içinde. ilki insan insan. diğer 9'u ise serenad bağcan'ın seslendirdiği çok güzel şiirler...
benim "insan insan"dan sonra en çok etkilendiğim iki eser:

akılla bir konuşmam oldu

dört mevsim

muhakkak edinmek istiyorum bu albümü!
sahi albüm almayalı ne kadar uzun zaman oldu... çoğumuzun da öyledir sanırım.
oysa ne güzeldi sevdiğimiz şarkıcıların yeni "kaset"lerini beklemek, çıkınca hemen almak, içinde hangi şarkılar olduğunu bilmemek, dinledikçe keşfetmek ve sevmek, çok sevdiğimiz şarkıyı bir daha bir daha dinleyebilmek için uygun miktarda geri sarmayı deneye yanıla bulmak:), her bir şarkı hakkında ayrıntılı bilgileri okumak albümden çıkan bilgi kartından...
geçmişi özlüyoruz değil mi hepimiz...

Cumartesi, Ağustos 05, 2017

2017 temmuz ayı filmler (1) ve kitaplar (3)

çoğunluğunu istanbul dışında, evimden uzakta, datça'da, bodrum'da, ankara'da ve izmir'de gezerek geçirdiğim bir ay oldu temmuz... 

bir film izleyebildim sadece. annemin bizde kaldığı günlerde bir akşam bayan peregrine'in tuhaf çocukları'nı izledik blu tv'den. aslında başka başka filmlere de başladık başka akşamlarda; ama ben "evde film izlerken uyuyakalma huyum" nedeniyle yarım bıraktım diğerlerini...
geçen yaz kitabını okumuş olduğum fantastik hikayenin tim burton'ın sinemaya uyarladığı filmini izlemek istiyordum vizyona girdiğinden beri. ama fırsat olmamıştı.
filmi keyifle izledim ben. gayet başarılı bir uyarlama olmuş bence.


kitaplara gelince; bu ay da 3 kitap katabilmişim zihnime, ruhuma...
ilki, amok koşucusu:
5 yıldır kütüphanemdeydi esasen. orta avrupa seyahatimde sigmund freud müzesi'ni ziyaret etmiş, mektuplaşmalarından haberdar olmuş ve çok merak etmiştim zweig'ı. döner dönmez de bir kitabını edinmiştim tanışmak için. fakat, sırası  bir türlü gelmemişti ve zweig'la yakın zamanda satranç ile tanışabilmiştim. kalemine hayran olunca diğer kitaplarını da okumayı şevkle istedim elbette.
bu kitap öykülerden oluşuyor. amok koşucusu, kitabın içindeki 7 öyküden birinin (en etkileyici olanın) adı. her baskısı aynı mı bilmiyorum; ama bendeki -can yayınları- baskısındaki diğer öyküler; bir çöküşün öyküsü, madalya, bezginlik, ay ışığı sokağı, leporella ve leman gölü kıyısındaki olay. her bir öykü çok güzel!
kitabın arka kapağındaki yazı, içeriği hakkında oldukça isabetli bir fikir veriyor:
"Tutkulu yaşamların yazarı Zweig, bir başyapıt niteliğindeki öy­küsüyle aynı adı taşıyan bu kitapta, yok etme arzusundan yok olma arzusuna savrulan yaşamları; kendi trajik sonlarına doğru ilerleyen, sonunda kendi mutsuz dünyalarında yitip giden insanların öykülerini an­latıyor. Tutkularının peşinde sonsuz bir burgaca düşen, yıkımın sınırlarını aşıp yok oluşa sürüklenen insanın öykülerini.
Kişilik çözümlemeleriyle derinleştirdiği yapıtlarında çoğunlukla, saplantılı yaşamların umarsız sonlarını anlatan Zweig’ın bu kitaptaki öy­kü­leri, kendi yaşamından izler taşıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında karısıyla birlikte intihar eden yazarın içinde bulunduğu ruh hali satır aralarında kendine yer buluyor."


okuduğum bir diğer kitap bir delinin hatıra defteri:
izmir'de ablamın kütüphanesinden okuduğum, gogol'un üç öyküsünü içeren kitap. içindeki öykülerden biri, kitaba ismini veren bir delinin hatıra defteri, diğerleri de burun ve palto.
dostoyevski'nin "hepimiz gogol'ün paltosundan çıktık" deyişine palto öyküsünü okuyan herkes hak verir sanırım. insanın çok beğendiği şeyleri tarif etmesi daha bir zor... bilmem ki, ne diyebilirim, nasıl anlatabilirim... muhteşemdi... diğer iki öykü de gayet güzeldi (burun'u daha çok beğendim) ama palto; edebiyattan keyif alan herkesin tanışması gereken bir öykü bana kalırsa...


bu ay okuduğum son kitap da anında analiz:
aslında bu kitap bir süredir elimdeydi, "temmuzda okudum" değil de "temmuzda bitirdim" demek daha doğru olabilir bu nedenle... 2-3 sayfalık bölümlerden oluştuğundan ara verilerek okunabilecek kitaplardan.

ruh sağlığı profesyonelleri olarak, bir çoğumuz bu tarz hap bilgilere mesafeliyizdir. çünkü hap bilgiler, indirgemeci ve genelleyicidirler ve bu da insanın biricikliğine aykırıdır. oysa, her birimiz biricik ve kendimize özgüyüzdür. her birimizin davranışlarının nedenleri kendi özgün hikayemizde saklıdır...
ve fakat yine de, bilim genelleyici olmak zorundadır... ve bazı noktalarda, insanların davranışlarının nedenleri ortaktır. bu anlamda, farkındalık sağlayabilen bir kitap olabilir. değiştirmek istediğiniz davranışlarınız için öncülük edebilir.
giriş kısmından sonra 100 soru var kitabın içinde. anında analiz kısmı burası. örneğin "neden kendimi hep zor duruma sokuyorum?", "neden geç kalmaktan bu kadar çekiniyorum?"... gibi. 
önce davranış tanımlanıyor, ardından olası nedenler ve çözüm önerileri geliyor. burası ilk adım.
anında analizden sonra 4 kısa adımdan daha bahsediliyor değişim sağlamak üzere harekete geçmek için.
bir "kendi kendine yardım kitabı" denilebilir bu kitap için. kendini sorgulamayı, çözümlemeyi sevenler için keyifli olabilir okuması. kolay okunan, akıcı bir kitap olduğunu da söyleyebilirim.



herkese bol filmli ve bol kitaplı bir ağustos dilerim;)