Pazar, Haziran 13, 2010

insanları tanıdıkça, onları başta oturttuğumuz tahttan indirmek zorunda kalmasak keşke


ben çok üzülüyorum buna.

pek çok defa elimden birşeylerin kayıp gidişini şaşkınlıkla izledim.

anlam veremiyorum, takip edemiyorum. nasıl yakınlaşıp uzaklaşıyoruz?

neden?

nerde başlıyor nerde bitiyor?

genellemeler beni çileden çıkarabilir- hele de hiçbir dayanağı yoksa

eğitimini aldığım bir konu olmasına karşın, yanlış (yanlış anlaşılma ihtimali olan) birşey söylememek adına; insan davranışlarını yorumlamada, değerlendirmede oldukça temkinli davranırken; insanların fütursuzca (ordan burdan duyduklarıyla/ okuduklarıyla ve kesin ifadelerle) açıklamalar ve genellemeler yapmasını oldukça garip buluyorum.
benzer şekilde; babası hala hayatta olanların babasını kaybetmişlerle ilgili atıp tutmalarının da bir o kadar temelsiz olduğunu düşünüyorum. anneye düşkünlüğü, kızların büyük erkeklerle ilgilenmelerini, ilişkide çok ilgi beklemelerini vs. hemen baba kaybına bağlama eğilimini de yüzeysel buluyorum.

Perşembe, Haziran 10, 2010

ben bunları her duyuşumda yeniden ilginç buluyorum


1

avusturalya'nın kaşifi thomas cook, atlas okyanusu'nun ortasında bir yerlerde göçmen kuşların çığlıklar atarak bir bölgede dolaştıklarını, sonra da suya pike yaparak intihar ettiklerini görür. bölgede yıllar içindeki araştırmalar çok ilginç bir sonuç getirir:

tam o noktada göçmen kuşların yüzyıllardır konakladıkları bir ada depremler sonrasında okyanus altına gömülmüştür. kuşlar, atalarının mola yerine umutsuzca saldırmaktadır. (jung'un "kollektif bilinçaltı" kavramına mı örnekti?)


2

beyin, gördüğü ile hatırladığı/ hayal ettiği arasındaki farkı bilmiyor. bu açıklamayı yaptıran deney de şu: birine bir nesne gösteriyorlar ve o esnada beynin hareketlerini izliyorlar, beynin belli bölgelerinde aydınlanma oluyor. sonra o birinden gözlerini kapatıp az evvel baktığı nesneyi zihninde canlandırmasını istiyorlar ve o esnada beynin hareketlerini izliyorlar. ve yine aynı bölgeler aydınlanıyor.

biliminsanları diyor ki bunun üzerine: "beyin, insanın neyi gördüğünü neyi zihninde canlandırdığını bilmiyor."
ben de diyorum ki bunun üzerine: "biz nasıl biliyoruz o halde aradaki farkı?"

aynı görüşü destekleyen bir deney daha vardı: bir grup atlet, koşu bandının üzerinde koşarken beyin fonksiyonlarındaki değişimler izleniyor ve kaydediliyor. ardından aynı gruptan -dinlenirken- koştuklarını bütün ayrıntılarıyla hayal etmesi isteniyor ve yine beyin fonksiyonlarındaki değişimler izleniyor. her iki durumda da beyinde aynı değişimler kaydediliyor.

bu deneyden çıkan sonuç da aynı: beyin gördüğümüz imajlarla kafamızda canlandırdığımız imajların arasındaki farkı anlamıyor.

(kaygı ile çalışmada "hayal ettirme" egzersizine gönderme yapıyor olmalı bu da.)

an olur, cümleler gelir aklıma. sadece cümleler. devamı yok...


2007- 2010'dan enstantaneler:

annesini/ babasını kaybeden çocuklar, her zaman biraz eksik kalırlar... (10/03/2007)

biraz daha sabır, biraz daha anlayış, biraz daha hoşgörü lazım insanlığa... zamanın azlığından oluyor belki hep... birbirine zaman ayıramıyor artıkm insanlar... "dinlemek" uzun geliyor; bir an önce "kendini anlatmak" istiyor herkes... (24/05/2007)

o an, "çok film izlemek gelişmekse, bir filmi çok defa izlemek de gelişmek" dedi caner. haklıydı. konuşma başladı böylece. konuşmanın başlaması için çok da yeni birşey söylemek gerekmediğini fark ettim yine... (31/01/2008)

hep eksik, yarım birşeyler... bir türlü hissedemediğim "tamamlanmışlık" duygusu... o ise, ne bir eksik ne bir fazla; tam olması gereken gibi... (17/02/2008)

niye ille yazmak, tutmak, unutmamak... sabitlemek/ kalıcı kılmak düşünceleri... yazılmasa da, aklımdan geçip gitse de sadece; o düşünceler, duygular var aslında, sonrasında hatırlayamasam da var... nedir bu saklama tutkusu... (17/02/2008)

birşeyler anlatıp duruyordu insanlar heyecanla... tanık oldum konuşmalara... hiçbiri ilginç değildi... (22/02/2008)

hep, herşey aynı anda ters gider ya; kimse bilmez, hangisi öncülük eder... (19/03/2008)

hep geçmişe özlem... bugünleri de mi arayacağız birgün... (19/03/2008)

onu tanıyıp sevdikçe, kendimi de tanıyorum bir yandan... (başka insanlarla tanımaz mıyız zaten kendimizi?) bazen şaşıyorum kendime, "ben böyle miydim" diye... belki de değişiyorum seninle ben.... sevince seni... (23/03/2008)

(belediye otobüsünde ayaktayken adamın birinin "ilerleyebilir misiniz" demesi üzerine) "gidersem tutunamamaktan korkuyorum" dedim. adamın ricası o an içimde tuttuğum, içimi kemiren o duygunun dışarı çıkıvermesine vesile olmuştu... adam mı? farkında bile değildi... (03/04/2008)

ne zaman gelip yerleşiyor insanın içine "anlamsızlık" hissi... (28/08/2008)

son olduğu için, yaşadığı en özel aşk'ı "o" sandı. (28/08/2008)

insan her şeyi nasıl da "iyi" hatırlıyor üzerinden zaman geçince... yazmamış olsam, unutmuşum mutsuzluklarımı... (19/09/2008)

insanın gücüne şaşıyorum... her durumda/ koşulda/ yerde gülebilmesine, gülümseyecek birşey bulabilmesine... (19/09/2008)

insan halleri-1
üzerinden az biraz zaman geçince, yaşadıklarının gerçekliğinden şüphe duyan zat:
kanıtlar olmasa inanmayacağım yaşadıklarıma. emin olamayacağım... (19/09/2008)

insan halleri-2
ayrılıkla ilgili hislerini, ayrılıkla ilgili yaşadıklarını bile ayrıldığı sevgilisiyle paylaşmaya ihtiyaç duyan zat:
ayrılmamış mı sayılırız? (03/10/2008)


aslında tam da beni ona, bu ilişkiye bağlayanlar yüzünden acı çektiğimi fark ediyorum yeniden... (13/10/2008)

fakirlerin yazısı küçüktür... alışkanlıktan... defter bitmesin diye... (15/12/2008)

hiçbir şeyi tamamlayamamak... değip geçmek her şeye... (05/01/2009)

birgün bir yerde birşey oluyor... saflık bozuluyor... tadı tuzu kalmıyor... (05/01/2009)

yaşlılar ve çocuklar karşı cins yaşıtlarıyla iletişime geçerken rahattır, bizler de onlarla kolayca iletişim kurarız. çünkü; toplumun gözünde, çocukların ve yaşlıların cinselliği yoktur. (07/01/2010)

söylediklerinin ona ait olmadığı söyleyişinden belliydi... insan gerçekten inandıklarını bir başka söyler çünkü... (29/01/2010)


Salı, Haziran 08, 2010

cem adrian

bu şehirde bir kadın var, adı bana özel
elleri var küçücük, yüzüyse çiçeklerinden güzel
kimse bilmez benden başka
bir kalbi var kocaman ama, bana özel
bazen kızar dünyaya ama sadece kendini üzer

göremezler
izin vermese asla üzemezler
çözemezler
onun bir düşü var ki, asla bilemezler
onu neden sevemezler
bilemezler
hiç sevemezler

bazen bakar gökyüzüne ,o, bulutları izler
kuş olup uçmak, kanat çırpmak, o, bulutları geçmek ister
yemyeşil çimenlerde sırılsıklam koşmak ister
bu gri şehrin tüm yollarını rengarenk boyamak ister

göremezler
kalbindeki elmasa erişemezler
çözemezler
onun bir düşü var ki asla bilemezler
onu nasıl sevemezler
bilemezler
hiç sevemezler

şimdi o kanatlarını rüzgara açmış, "dur" diyemezler
yıldızların arasında o kadar parlak ki, onu seçemezler
başka sularda o
başka yıldızlar arıyor
başka yollara yürüyor
başka...

hayatında bir karıncayı bile incitmemiş olan ben (ezgiusta:)), bir zontaya işkence edebilirim ve arkama dönüp bakmam bile

evet, insancılım ben. kimsenin canını bilerek ve isteyerek yaktığımı hatırlamıyorum. insanları anlamaya çalışırım, "mutlaka bir nedeni olmalı" derim genelde...

ama sözkonusu kişi bir zonta olunca nefret bürüyor her yanımı, söylenebilecek tüm hakaretler hafif geliyor, şiddet eğilimli insanları anlıyorum bile belki...

(2-3 yıl önce, izmir'de bir yaz akşamında 3 zontanın yüzüne böcekmişlercesine biber gazı sıkmışlığım, yerde kıvrandırtmışlığım, karşıyaka çarşıyı birbirine katmışlığım, çığlık çığlığa karakola koşup sığınmışlığım vardır mesela.)

zontaların davranışlarının da kökenine inmeye çalıştığım oluyor aslında.
yalnız, ezilmiş, haksızlığa uğramış hissediyor olabilirlerdi, hayatın hıncını/ öfkesini o an için kendinden güçsüz gördüğü birinden çıkarmaya çalışıyor olabilirdi (ezilenler, ellerine geçen ilk fırsatta ezerler), hayatlarında (sevdiği- beğendiği) bir kadına dokun(a)mamış olabilirlerdi, yetiştikleri sosyal çevrede kadınların aşağılanabileceğini öğrenmiş olabilirlerdi, bir kadına ulaşmanın imkansızlığı fikriyle bir kadının gözünde "hiç" olmaktansa "pislik" olmayı tercih etmiş olabilirlerdi...
ama davranışlarının nedenlerini tanımlamaya çalışmak öfkemi dindirmiyor, onları anlamamı sağlamıyor. çünkü, inanıyorum ki; hiçbir şey ama hiçbir şey beni ve hemcinslerimi rahatsız etme hakkı tanımıyor onlara.
zaten hepimiz bir takım kısıtlamaları otomatikleşmiş biçimde yapıyoruz (hava kararmadan eve gir, bazı mahallelerden geçerken önlem için hırka al, 10'dan sonra gelmek zorundaysan taksi kullan, taksinin plakasını yakınlarına mesaj at, çevrene bakmadan dümdüz yürü, erkek topluluklarının önünden mümkün olduğunca hızlı ve bakışlarla sözlerini yok sayarak geç...). ama hiçbiri çok da işe yaramıyor aslında, yine pis bakış ve sözlere maruz kalıyoruz.
ziyadesiyle çaresiz hissediyorum bu konuda. ziyadesiyle mutsuz, kızgın... erkek egemen kültürden nefret ediyorum.
not: kimsenin insanları sınıflandırdığımı, küçümsediğimi düşünmesine izin veremem. tacize uğramaktan daha aşağılayıcı pek az durum olduğunu önemle hatırlatırım.