Cuma, Nisan 01, 2016

2016 mart ayı filmler (3)

diriliş (the revenant)
"nefes aldığın sürece dövüş. nefes al, nefes almaya devam et. 
fırtına varken bir ağacın önünde dikilirsen, o ağacın dallarına baktığında düşeceğine yemin edersin. ama ağacın gövdesine baktığında ne kadar sağlam olduğunu görürsün."


filmle ilgili aklımda kalan, beni en çok etkileyen şey hugh glass'ın çöktüğü zamanlarda, artık hayatta olmayan karısının onun hayaline girerek söylediği bu cümleler oldu.

oynamayı seçtiği filmlerle şaşırtmayan oyuncu leonardo dicaprio'nun başrolü üstlendiği film  michael punke'ın 

kitabından beyazperdeye uyarlanmış olup, 19. yüzyılda

amerika sınırında yaşanan destansı hayatta kalma

 mücadelesini konu alıyor, bizleri 1823 amerika’sının 

benzersiz güzelliğine, gizemine ve tehlikesine çekiyor. 

film sadece hayatın değil, onurun, adaletin, inancın, yuvanın ve ailenin içgüdüsünü keşfediyor. 

intkam duygusu, tam intikam alabilme fırsatı eline 

geçtiğinde, ondan vazgeçebilme ve özgürleşme, intikamı 

büyük güce havale edebilme hikayesi aynı zamanda...

annemin yarası
son zamanlarda -mesai saatlerimin değişmesinin de katkısıyla- öğleden sonra tek başıma sinemaya gidip kafa dağıtıp kendime ait iki saat geçirmeye bayıldığımı yazmıştım diye hatırlıyorum.
yine öyle bir günde tek başıma izledim bu filmi.
çok beklentim de olmuyor bu şekilde sinemaya gittiğimde. tek istediğim, keyifli iki saat oluyor.
film bu beklentimi kesinlikle karşıladı. güzel akan, bir hikaye anlatan bir film.


film yugoslavya topraklarında çekilmiş, doğası ve görüntüler baya iyiydi. oyunculara gelince;
okan yalabık var bir kere! bir defa daha hayran oldum kendisine. ,
ozan güven, bana ara ara bülent emin yarar'vari biraz teatral geldi; yine de oldukça başarılıydı. meryem uzerli'ye önyargısız yaklaşamıyor olabilirim:) doğallığını, gülüşünü, sempatikliğini öyle seviyorum ki, ne oynasa izlerim:)
bora akkaş'ı bu filmle tanıdım ve başarılı buldum. 
sabina toziya zaten çok iyiydi. 
ve fakat, belçim bilgin yine şaşırtmadı, a dostlar:) yok, bence bu kadında oyunculuk becerisi yok. 

filmde, yakın tarihte yakın coğrafyadaki korkunç savaşın izlerini taşıyan insanların hikayesine tanık oluyoruz. savaşın ne berbat bir şey olduğunu bir defa daha idrak ediyoruz. iyi insan kim? kötü insan kim? savaşta herkes ne kadar kötü olabilir? bunları düşünüyoruz... 
bir de son sahnede en çok şunu düşünüyoruz sanırım "sevdiğimiz/ aşık olduğunuz insanın geçmişinde yaptığı çok kötü bir şeyi öğrenirsek naparız?" marija'nın haykırdığı gibi "ben şimdi ne yapayım?!"

bir de son sahnelere kadar hep marija ve borislav'ın hayatını arzuladığımı geçirdim içimden...
hayatımdakisevgiliinsan ile başbaşa, çok aşık, doğanın içinde, el becerilerimizle çalıştığımız, üretken ve kesinlikle kentten uzak bir hayat benim hayalim. bir defa daha farkına vardım bunun...


batman v superman: adaletin şafağı
ayın son filmi pek çok kişinin sabırsızlıkla beklediği çifte süper kahramanlı film oldu.


benim her iki süper kahramana da müthiş bir ilgim olmadığından biraz merak duygusuyla izlemek istediğim bir filmdi. haksızlık etmek istemiyorum, belki benim tarzım olmayan bir film olduğundandır, ama pek bir keyif alamadan izledim ben. hollywood klasiği kimilerinin ayılıp bayıldığı aksiyon sahneleri ve büyük bir prodüksiyon olmasının dışında bir özelliği yoktu bana göre...

2016 mart ayı kitaplar (1)

tanrı olmak isteyen otobüs şoförü
istiklal'de bomba patladığı günün sabahında eşim şirkete gidecekti, beni de şirketin yanındaki alışveriş merkezine bırakmıştı. 
lakin, sanılanın aksine, her kadın alışveriş yapmayı sevmez (klişelerinizi de, karikatürize etmelerinizi de alıp gidiniz lütfen)... ben de biraz kendime bir şeyler bakmaya çabalayıp tez zamanda sıkılınca çare olarak kitapçıya attım kendimi. evde yığınla okumadığım kitap dururken, pek fazla para harcamak istemiyorum artık kitaba (bunun da bir çeşit "sahip olmaktan duyulan o haz"za dönüşmeye başladığını fark edeli çok oldu zira). o nedenle indirim reyonuna yönelip 10 liraya satılan kitaplara göz gezdirdim ve adı ile ilgimi çekiveren kitabı alıverdim.


yazarı israilli etgar keret ve çevirmeni bukovski'yi türkçeleştirmekteki başarısıyla bilinen avi pardo olan kitabı bir kafeteryada oturup okumaya başladım. ilk defa israilli bi yazarı okuyacaktım. patlamada hayatını kaybedenlerin kimlikleri öğrenilmeye başlandı bu esnada... israilli turistlerdi... bazı tesadüfler can acıtıcıydı...

eşim şirkette işini bitirip yanıma geldiğinde kitabı yarılamıştım. ertesi gün bir defa daha elime alıp bitiriverdim zaten. coen brothers filmleri tadında kara mizah örneği sayılabilecek 3-4 sayfalık kısacık öyküler. bir tek sonuncu öykü biraz uzun. hiç alışık olmadığım, oldukça özgün hikayelerdi hepsi ve sürükleyici bir anlatıma sahiptiler. normalde öykü sevmememe rağmen severek okudum kitabı.
hem kolay okunan hem farklı bir kitap isteyenlere kesinlikle öneririm.