Çarşamba, Ekim 31, 2012

güzel mi bakımlı mı?

ben bugün düşündüm de,
"çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır"
değil de
"güzel kadın yoktur, bakımlı kadın vardır"
olmasın sakın o?


sonuçta, bakımla gelen güzellik, pek gerçek güzellik değil sanki :)
itiraf edelim, 2 gün banyo yapmasak, saçımızı taramasak, krem sürmesek, kaşımıza dokunmasak yüzümüze bakılmaz öyle değil mi?

(güzellik mevzuunun neden hep kadın üzerinden konuşulduğu elbette sinir bozucu  bir nokta olup, ayrı bir yazı konusudur)

Pazartesi, Ekim 29, 2012

cumhuriyetimizin 89. yılı hepimize kutlu olsun!

kim ne derse desin, emsali görülmemiş bir liderdi Mustafa Kemal Atatürk. çok yönlü, çok fazla konuda yetkin bir önderdi..
ben tüm bu yanlarının arasından, siyasi ya da askeri başarılarından çok, hümanist karakterinden etkileniyorum. işte bir örnek:


Nezaket Timsali Bir Hareket
Bir gün, Mustafa Kemal Atatürk Boğaziçi mehtabının tadını çıkarmak üzere bir çay bahçesinde toplanan halkın arasına karışarak bilhassa bazı gençlerle resim ve müzik üzerine sohbet ederken bu esnada bahçenin bir köşesinde eşiyle birlikte ve heyecanla Atatürk’ü izlemekte olan yaşlıca bir adamcağız her nedense elindeki bardağı yere düşürür. Bardağın çıkardığı şangırtı bahçedeki sessizliği adeta sabote etmişçesine bozar ve bahçedekilerin kötü bakışlarına maruz kalır. Bu acı bakışlar arasında adamcağız adeta bir ölüp bir dirilmektedir. Bu fevkalade mahcubiyeti gören Atatürk de bilerek ve kasten elindeki bardağı yere bırakır ve o sessizliği bu kez kendisi bozar.Ve böylece o adamcağızı o kötü halden kurtarır.
            Eli henüz havada duran Ata’nın gülen yüzü ve hoşgörürlük taşıyan gözleri, bahçedekilerin dikkatlerini üzerine çekmiş ve bu bakış sahipleri  bu manalı ve incelik dolu hareketi uzun uzun alkışlayarak çok iyi anladıklarını ifade etmeye çalışmışlardır.

Cumartesi, Ekim 27, 2012

dijital fotoğraf makineleri çıktı/ mertlik bozuldu

çok değil 10 sene öncesine kadar, ortalama her ailede bir tane analog fotoğraf makinesi vardı.
36'lık film alınır, sadece "özel anlar" ölümsüzleştirilirdi. yılbaşı, yaz tatili, doğum günleri gibi.. yılda 3-4 film harcanırdı anca..
onun dışında fotoğraf makineleri öyle herkesin elinde her gün dolaşan bir şey değildi, hele ki evin çocuklarına pek de verilmezdi.

zira her poz değerliydi. her bir poz için deklanşöre basmadan önce iyice özenilir en iyi görüntü yakalanmaya çalışılırdı.


tab ettirilirdi sonra fotoğraflar, merakla alınırdı mahallenin/ semtin fotoğrafçısından. mevsimlerin içiçe geçtiği o özel anlara bakılırdı tek tek. özenle albüm seçilir, fotoğraflar içine yerleştirilirdi.. 
ara ara ailecek ya da misafirlerle fotoğraf albümlerine bakmak çok keyifli olurdu..

yıllar geçti, zaman değişti sonra. dijital makineler yaygınlaştı, cep telefonları fotoğraf çekmeye başladı, kendimize ait fotoğrafları tüm dünyaya gösterebileceğimiz sanal mecralar çıktı.

herkes pek bir merak saldı fotoğraf çekmeye de çekilmeye de.. ne kadar sanat olarak ilgilendi ne kadarı feysbuk'a canti fotoğraf yüklemek için, bilinmez..


ve bence dönem öyle bir dönem ki, çoğu insan, o anı yaşamaktan çok o anı kaydetmenin peşinde.. 
daha önce de konserleri kameraya almakla ilgili yazmıştım benzer şeyleri.. 
http://pinkket.blogspot.com/search/label/amatör%20kamera
garip geliyor bana bu kadarı..

cem yılmaz da diyor ya "yok ben anı yaşamayı sevmiyorum, evde izliycem" diye:) hakikaten öyle bir durumda pek çok insan. 

ilginç, öyle değil mi?

Çarşamba, Ekim 24, 2012

tatil sabahları erken uyanan kaç kişiyiz.com




hey allaam!
tatil günleri 8,5'ta gözlerini açan bünyemi anlamakta zorlanıyorum! 
hayır, iş günleri 7,5'ta kalkıyorum zaten.
her sabah, 1saat için mi bunca trip bunca naz! 
bıraksalar 12'lere kadar uyuyup dinlenecek sanırlar haspayı! :)

neyse, o halde, insanın içini umut ve iyilik dolduran, bu ara en çok dinlediğim yeni türkü şarkısıyla başlayalım güne!


Pazartesi, Ekim 22, 2012

ne güzel şarkısın sen!

şarap içince yanakları al al olan kaç kişiyiz.com

favori içkim olmasa da severim şarabı, hafif ve tatlı olmak kaydıyla tabi.
gel gör ki, her içişimde vücudum bir anda ısınır, sıcak basar ve yanaklarım domates gibi olur. bu nedenle genelde dışarıda değil, evde çok yakınlarımla ya da yalnızken içmeyi tercih ederim.
evlerde toplaşıp şarap içmeler, şarabını alıp birine gitmeler, orada gece yarısı sızmalar da pek kalmadı ya neyse. 
üniversite yıllarını özlüyorum bazen.. öğrenciliğin verdiği o özgürlüğü.. 


pazar gecelerini sevmiyorum. cuma ve cumartesi geceleri tam özgürlüğe alışmışken pat diye yeniden ertesi gün işe gidileceğini bildiğin bir gece! 
iş hayatından nefret ediyorum böyle zamanlarda, çalışıyor olmanın insanı bu kadar kısıtlıyor olmasından.. 
"uykunun en tatlı yeri izni olmalı" demişti birgün çok yakınlarımdan sevgi.. ne kadar insani esasen değil mi? bazı sabahlar nasıl güzeldir uyumak, nasıl zordur o yataktan ayrılmak..
benim için bir de "evimi düzenli bırakmayınca rahatsız oluyorum" izni olmalı:)
bugün düşündüm de çalışan kadının (ya da belki de sadece benim) temel sıkıntısı hem eve hem işe koşmaktan çok yorulmak değil de, evine yeterince zaman ayıramamak aslında, hep aklı evde olmak, hep yapılacak işleri tam yetiştiremeyip gözü arkada çıkmak evden...

Pazartesi, Ekim 15, 2012

lal gece

dün izledim nihayet.. yeşilçam sineması'nda oynuyor hala..
film, beklediğim gibiydi. çok iyi/ çok kötü değil.. 
belgesel gibi esasen.. mezhep/ etnik köken/ şehir ayrımı olmadan, bu topraklarda yaşanan "gerçeklik" yansıtılmış kameralarda.
biliyoruz, duyuyoruz elbette, ama; öyle karşımda görünce, irkildim ben yeniden...
lisans eğitiminde "sosyal antropoloji" dersinde hocamızın beynimize işlediği "iyi/ kötü kültür yoktur, gelenekler toplumun devamına hizmet ettiği için vardır" düşünceleri geldi aklıma sonra... 
ama yine de kızdım.. çok kızdım..

kan dursun diye ya da ekonomik çıkarlarla el kadar kızlarını koca koca adamların karısı yapan ana babalara hiç değinmiyorum bile... 
zaten, daha da temelde başka başka kavramlar var beni çıldırtan... 

nasıl bir sapkınlık bu! neye hizmet ediyor "zifaf"
gerçekten normal mi, herkesin ama herkesin, tüm tanıdıklarının o gece o iki insanın beraber olacaklarını bilmesi?
sabah bunun kanıtını beklemesi?
ne kadar sağlıksız düşünceler bunlar...
ne kadar alçaltıcı, nasıl saçma bir baskı...

insan, zaman zaman kendi ve çevresinin gerçekliği gibi sanıyor dünyanın gerçekliğini...  tüm bu adetler artık işe yaramıyor, kullanılmıyor, değişti sanıyor...
oysa nasıl başka hayatlar var yanı başımızda..
sorarım o halde ben:
"insan insana niye yapıyor bu baskıyı, bu küçültmeyi?"


not: kelimeler ne kadar önemli; anadil kadar hiçbir şey tad veremiyor, onu anladım bir kez daha..
"night of silence", "lal gece"nin anlamını verebiliyor mu hiç?

not 2: daha önce bahsettiğim tren yolu (ip alma) oyunu geçiyor filmde!
not 3: kosmos'da fark etmiştim ilk. 
kar ne çok yakışıyor bir filme. tren gibi.. sinematografik yani..

Salı, Ekim 09, 2012

evrensel 18. yıl konseri

pazar akşamı "evrensel" gazetesinin 18. yılını kutlama konseri vardı kuru çeşme arena'da.
çok güzel, çok eğlenceli ve anlamlı bir konserdi.
kimleri dinledim kimleri! sahne sırasıyla:
adile yadırgı
mavi ışıklar
ismail hakkı demircioğlu (erkan oğur katılamadı)
hüsnü arkan
birsen tezer
bülent ortaçgil
fuat saka
entu
hakan vreskala
kardeş türküler

bildiklerimizi zaten biliyoruz, ancak, bu konser sayesinde entu ve hakan vreskala  ile tanıştım ben. ve her ikisine de bayıldım!
özellikle de hakan vreskala'ya. çok eğlenceli, çok renkli bir müzisyen. bu da en ünlü şarkısı:


fakat bir şey dikkatimi çekti. şarkıda geçen "halkların aşkı" temasının çok çok özgün olduğu vurgulanmış pek çok yerde. gel gör ki, yılmaz erdoğan bu benzer görüşünü yıllar önce güzel şiirinde dile getirmişti zaten:

"...
sevmek bir halkı sevmekse/ aşk o zaman sevmekmiş
biz bir şeyi delicesine severiz/ ama tanrım neyi
kahve önü çatlak mozaik/ bel kemiğine tehdit kürsüler üstünde
çok sigara içen öğrenciler
bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken
hep onu sevmeyenleri severek
hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak
karışarak toplumcu gerçekçi yalnızlıklara
yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını bir izmirli güzele dayatmak varken
hep kardeş olacak değiliz ya/ yaşasın halkların sevgililiği
....."

derya köroğlu da ne güzel yorumladı yeni albümünde hatta:


yeni kitaplarım!

daha önce de pek çok defa bahsettiğim gibi, çok fazla kitap satın alıyorum. okuyabileceğimden çok daha fazla yani. 
zaman zaman "korkarım, kitaba sahip olmayı kitabı okumaktan bile daha çok seviyorum" diye düşünüyorum.. 
bu nedenle sıklıkla kendime "şunu okumadan yeni kitap almayacağım" gibi eğitici kısıtlamalar getirmeye çalışsam da, çoğu zaman kendimi tutamıyorum.

hatırladığım kadarıyla en son
haziranda:
* spinoza problemi'ni ( ee yalom yeni kitap yazmış, okumadan olmaz..)

evekitap.com'dan temmuzda:
* masumiyet müzesi'ni (ne çok severim orhan pamuk romanlarını..)
* sineklerin tanrısı'nı (okumamak olmaz..)

ve ağustosta:
* amok koşucusu'nu (freud müzesi gezilmiş, zweig'a ilgi depreşmiştir;))
almıştım.

eylülde de: 
çok şanslı bir insan olduğumdan mütevellit yedinci gün'ü çekilişte kazanmıştım;)

bugün de 4 yeni kitap aldım!
* leyla navaro- haset ve rekabet (mesleki okuma için gerekiyor...)
* melanie klein- haset ve şükran (mesleki okuma için gerekiyor...)
* hüsnü arkan- menekşeler atlar oburlar (mino'nun siyah gülü'nü okuduğumdan beri aklımdaydı ve bugün d&r'da indirmdeydi!)
* ece temelkuran- kayda geçsin (çıktığı günden beri aklımdaydı ve bugün d&r'da indirmdeydi..)

cumartesi de mephisto'da kırmızı kedi yayınevi'nin bazı kitapları indirimdeydi
* abis'i aldım aslı tohumcu'nun (milli eğitim'deki tartışmadan beri aklımdaydı!)

iyi okumalar herkese, kendime de almaktan çok okuyacağım günler diliyorum;)

Pazar, Ekim 07, 2012

concon/ tikky/ ciks :)

bu aralar aklıma bir anım geliyor sıklıkla, onu paylaşmak istiyorum:

(ön bilgi-  aliağa alp oğuz anadolu lisesi'nde mutlu mesut okurken, lise 1'de karşıyaka'ya taşınmamız ile atakent anadolu lisesi'ne nakil olmuş ve adeta bir sosyolojik olgu olan "tikkylik" ile o yıllarda ilk kez karşılaşmış idim :) saç renginden ayakkabılarına, çantalarından yürüyüşlerine birbirine benzeyen bu insanlara alışmaya çalışmıştım uzun süre.. )

sene 2003, aylardan mayıs, lise 2'nin sonları, istanbul'a üniversiteleri gezmeye gelmişiz okul gezisiyle. (istanbul'a ilk gelişim!) 3 muhteşem gün!
keyifler yerinde, genciz, hevesliyiz, coşkuluyuz, gülüp eğleniyoruz, hayaller kuruyoruz.. 

bir ara boş zaman olmuştu da, istiklal caddesi'nde serbest bırakmışlardı biraz, öylee dolaşıyoruz. herkes 3-5 kişilik kendi yakın arkadaş grubuyla tabi. 
istiklal'in ortalarında  okulun conconlarından bir grupla karşılaştık, "ne yapıyorsunuz, nereleri gezdiniz" derken, soru geliyor karşı taraftan: 
"diesel, tommy falan gördünüz mü yaaaa?"
benim şahsen o yaşımda pek de duymuş olduğum markalar değildi- ki hala da herhangi bir şey almışlığım yoktur-.
neyse "görmedik" dedik, yolumuza devam ettik elbette. 
tramvayın fotoğrafını çektik, tarihi binaların, kiliselerin, takıcılara, kitapçılara baktık biz.. 

şimdi düşünüyorum da, ne yazık kimi gençlere...
diesel ne ya, tommy ne? 16 yaşındasın sen! gez, eğlen, kahkaha at, aşık ol, üniversite hayali kurup ders çalış, doğum günü kutla, film izle vs... 
bir kuruş kazanmamışsın henüz hayatında, gözün niye pahalı şeylerde?