Salı, Ocak 31, 2017

2017 ocak ayı filmler (6) ve kitaplar (2)

labirent
yılın ilk günlerinde televizyonda verdiler filmi. vizyondayken izlemek isteyip fırsat bulamadığım filmlerdendi. iyi filmmiş...





dağ II
vizyona girdiğinden beri izlemek istiyordum filmi, ama önce dağ'ı sonra dağ II'yi izlemek vardı planımda. dağ'ı ancak aralıkta izleyebildim. sonrasında bir türlü sinemaya gitme fırsatım olmadı. artık ümidi kesmiştim ki... bir gün iş çıkışı tek başıma sinemaya gidesim geldi ve vizyondaki filmlere baktığımda, yakınımdaki bir salonda dağ II'nin hala oynadığını görünce koşa koşa gittim.
sienemada izlemenin keyfi apayrı olmakla beraber, dağ'ın bıraktığı etkiyi bırakmadı bende.
ben sanırım daha sade filmleri seviyorum. ikinci filmde ise daha kalabalık bir kadro ve çok daha büyük bir prodüksiyon var...
"biz ölürüz yaşatmak için" repliğini her duyduğumda minnetle karışık suçluluk duygusu peydah oldu içimde yoğun biçimde... aynı zamanda kızgınlık elbette... niye zorunluydu ki savunmak toprakları... niye mümkün değildi barış içinde yaşamak!?...




relatos salvajes (wild tales)

bana göre sömestr tatili, okulların kapandığı cumayı takip eden hafta sonu başlamaz. o zaten normal hafta sonumuzdur. ama, pazar akşamı hızlıca geçerken içinizde hiç pazartesi sıkıntısı filizlenmeye başlamıyorsa, sabah uyanmakta zorlanmamak için 12 olmadan yatmaya çalışmıyorsanız, hatta şımarıp 12'de film açabiliyorsanız, işte o zaman tatil başlamış demektir;)
ben de aynı bu şekilde giriş yapmak istedim tatilime.
saat 12 olunca, bilgisayardaki filmlere baktım, izlemediklerim arasında çok dikkatimi çeken bir şey olmadı. bir de indirilenlere bakayım, belki film klasörüne atmadığımız kalmıştır diye bir baktım ki, orada relatos salvajes bebek gibi duruyor. hem de daha 1-2 saat önce filmi instagramdaki bir paylaşımda görüp merak etmiştim. meğer hayatımdakisevgiliinsan da zamanında merak etmiş de indirmiş, sonra da orada unutmuş bu arjantin- ispanyol yapımı filmi.
velhasıl, tesadüflere bayılan biri olarak hevesle başladım filme. film öyle güzeldi ki, sonuna kadar da aynı hevesle izledim!
film 6 tane kısa ve birbirinden bağımsız hikayelerden oluşuyor. her birinin ortak noktası, öfkenin nasıl da cinnete dönüşebildiğini ve hayatın akışını değiştirebileceğini trajikomik biçimde anlatıyor oluşu. her biri şaşırtıcı, yer yer insanı geren yer yer gülümseten bir akışta. ve bence hikayelerin en güçlü yanı,  çok doğal, çok insani, çok gerçekçi olmaları.
bölümler içinde (pasternak-uçak kazası, fare zehiri, cehenneme yolculuk, bomba, anlaşma, düğün) beni en çok etkileyen ise üçüncü hikaye. sizin en beğendiğiniz hangisi?


broken circle breakdown
sömestr tatilinde evde ve yalnız olduğum her gün bir film izleme isteğim vardı. mümkün olduğunca gerçekleştirdim.
belçika yapımı kırık çember bilgisayarda duran filmlerdendi. hakkında bir şey bilmeden izlemeye başladım. hikayesini ajite etmeden anlatan ağır bir dram ile karşılaştım.
oysa ki, ajitasyona çok açık bir konuydu kanser... sanırım çoğumuzun yumuşak karnı... kim çok sevdiği birini kaybetmedi ki kanserden...
hem de filmde, küçük bir çocuk bu sefer melun hastalığın kurbanı.
ancak, bu, filmin başlarında olup biten bir şey. asıl, sonrası anlatılıyor. karı kocanın bu krizi/travmayı/acıyı atlatamayışı...
hayata, ölüme, inanca dair sorgulamaların olduğu kasvetli bir film. ancak, müzikleri iyi hissettiriyor. normalde, filmlerde çok fazla şarkı sahnesinin bulunmasını sevmiyorum; ama, bu filmle beraber varlığından ilk defa haberdar olduğum "bluegrass" müziği şarkıları ve kadının sesi öyle güzeldi ki keyif aldım o sahnelerde...



krugovi (circles)

böyle şeyler önceden hiç başıma gelmezdi. bir filmi izleyip izlemediğini hatırlamayanlara hafiften de bir küçümseyerek şaşardım hatta... demek ki, neymiş, insan kınadığı başına gelmeden ölmezmiş...
eski belleklerimden birini temizlerken çıktı film karşıma. açtım, izlemeye başladım. izledikçe yer yer hatırlıyorum ama devamı mümkün değil aklıma gelmiyor. film bitttiğinde ilk kez izlemiş gibiydim. sağ taraftaki listemden konrtol edince, meğer tam 2 yıl önce izlemişim filmi. öyle yılllaaaaaar yıllaaaaar da geçmemiş yani üzerinden. velhasıl olabiliyormuş demek ki böyle şeyler. belki de izlerken kendimi tam verememişimdir, bu nedenle kaydetmemiştir beynim...
filme gelince, balkan filmlerini hep severim. ne zamandır izlemiyordum, özlemişim.
durağan bir film. savaş ve sonrasında etkilenen yaşamlar ile beraber, insanın özünü, iyiliği, kötülüğü, bağışlamayı gerçekçi biçimde anlatıyor...


ordinary people
yine, bilgisayarda zamanında indirilmiş filmlerdendi ve yine hakkında bir şey bilmeden izlemeye başladım. ve yine hikayesini ajite etmeden anlatan ağır bir dram ile karşılaştım... bir aile dramı. bir roman uyarlamasıymış film.
daha çok bir aile terapisti olarak baktım filme ister istemez... asıl "hasarlı"nın anne olduğunu öyle güzel anlatmış ki film... terapi sahneleri de çok hoşuma gitti.
aile dramı sevenler için gerçekten oldukça güzel bir film.



aşk olsun
kitap fuarından almıştım, sırf içinde datça var diye, hakkında çok da fazla bir şey bilmeden.
çok akıcı bir kitap. belki çok fazla "bizden" olduğu için aktı gitti. (biz= 80'lerde- 90'larda çocuk olmuş okul başarısı yüksek, kentli genç kadınlar).
kitap bittikten sonra araştırdım yazarını. blogunu okudum. çok sevdim.
okuyun. bu içten kadını siz de seveceksiniz;)


kırmızı saçlı kadın
bu kitabı da kitap fuarından almıştım, henüz okuyabildim. ocak ayının son haftasonunda. kitap, iki gün oturup okunacak kadar akıcı ve basit. liseden beri orhan pamuk'u severek okurum. dili kullanımındaki ustalık bana haz verir. bu kitapta aynı hazzı yakalayamadım. üç kısımdan oluşan kitabın ilk kısmı oldukça heyecanlı ve sürükleyiciyken ikinci (ve en uzun) kısımda "ancak filmlerde olur" denilen cinsten bir tesadüfler ve geçmişten kalan gizemlerin ortaya çıkışı çok hoşuma gitmedi. kısacık olan üçüncü kısım yine güzeldi.
velhasıl, kolayca okunan roman gibi bir romandı aslında. sadece, yazarın okuduğum diğer kitaplarındaki tadını yakalayamadığını düşünüyorum...