iki yıl önce, bir akşam üstü şirinevler’den
minibüse binmiştim. yanımda oturan çiftin konuşmalarına kulak misafiri olmuştum
istemeden. 20’li yaşlarda, muhtemelen nişanlı ve alt sosyo ekonomik seviyeden
iki gençtiler. saatine bakıp bakıp “ayy aşkım çok güzel” demesinden anladığım
kadarıyla kıza yeni saat almışlardı. sonra dedi ki kız “aşkım yaaa ama çok tiksindim aslında kara kara ellerinden saatçinin.” belli
ki, siyahi bir göçmenden satın almışlardı saati… kızın bu tüyler ürpertici
sözlerinden sonra, oğlan şöyle dedi “yok
aşkım tiksinme, onlar müslüman oluyorlar!”
oturmuş faşistlik yarışı yapan bu çifte öyle
kızdım öyle kızdım ki bir şeyler söylememek için kendimi zor tttum…
sonra minibüs hareket etti. çift sohbete
devam etti. dedi ki kız “bakırköy’e
götürsene beni birgün, ben hiç gitmedim.” oğlan dedi “götürürüm tabi aşkım. istanbul’da çok güzel yerler var; mecidiyeköy de
çok güzel, oraya da götürürüm.” cevapladı kız “götür aşkım götür!”
içimdeki öfke yerini acımaya bıraktı birden…
herkesi kendi varoluş gerçekliği ile değerlendirmemiz gerektiğini ayrımsadım
bir kez daha… insanlar ne kadar görüyor, ne kadar yaşıyor ve ne kadar biliyorsa
ancak o kadar açılabiliyordu vizyonları. daracık, kısıtlanmış, sıkışmış,
baskılanmış hayatlardan açık görüşlülük çıkamıyordu…