Pazartesi, Aralık 29, 2014

*yeni yıl dilekleri*

ehh bir gelenek malum, her yıl devrilirken muhasebesi yapılır, gelen yıl için umutlu olunur, dilekler dilenir, kararlar alınır...
2012'ye girerken: http://pinkket.blogspot.com.tr/2011/12/planlar-planlar-bitmek-bilmeyen.html
2013'e girerken: http://pinkket.blogspot.com.tr/2012/12/muhasebe-zaman-ve-bittabi-yeni-hedefler.html
2014'e girerken: http://pinkket.blogspot.com.tr/2013/12/3-kala-yeni-bir-yla.html

ve şimdi 2015'e girerken de önce bir muhasebe; ardından dilekler gelsin bakalım:)

2014 güzel bir yıldı kişisel yaşam çizgimde.
evlendim öncelikle! hayatımdakisevgiliinsan'la 5,5 yıl süren beraberliğimizi aynı çatı altına girerek sürdürmeye başladık. belek'te harika bir balayı tatili yaptık.ev aldık sonra!
sonraaa bu yıl bolca gezdim. doğu karadeniz ve  batı karadeniz 'in bir bölümünü görme fırsatım oldu. istanbul yakınlarında nerede denize girebiliriz arayışlarımız neticesinde erikli'ye gittik, harika saros körfezi'nde yüzdük, yıllar sonra çadırda kaldım orada. sonra foça'da kız kıza tatil yaptım, ege kıyılarını gezdim arkadaş grubumla.
mesleğimle ilgili, alandaki gelişmeleri takip etmeye çabaladığım, seminer&eğitim gibi organizasyonları kaçırmamaya gayret ettiğim, yeni denemelere giriştiğim, çift ve aile terapisi eğitimine başladığım, psikanalitik okumalar ve konuşmalarla haşır neşir olmaya başladığım, çeviri grubuna katıldığım bir yıl oldu. iş yerinde bir proje yazma deneyimim oldu.
onun dışında 22 film, 14 kitap, 3 oyun çok çok yetersiz elbette. ama artık eskisi gibi  takılmıyorum açıkçası bu sayılara... 


veee şimdi gelelim yeni yıl için umut ettiklerime:
* pms hariç mutlu, yaşam dolu biriyim:) böyle devam edeyim, yaşam enerjim, hayat sevincim hiç sönmesin!
* hayatımdakisevgiliinsan'la çok mutluyum. çok mutlu, huzurlu, hem güven hem aşk dolu bir ilişkimiz var. böyle devam etsin!
* evlendikten sonra benim bekar evimde devam ettiğimizden ve evimiz yapılmakta olduğundan dekorasyon olayına hiç girmemiştik. yeni yıla evimizin bitmesini, taşınmayı ve gönlüme göre döşemeyi, çok zevkli bir dekorasyona sahip olmayı istiyorum!
* evimize geçince gerek kapalı gerek açık alan sporları yapmak çok kolaylaşacak. sporu hayatımda sürekli kılmak!
* hem istanbul'u hem de görmediğim şehirleri gezmek; olursa mısır, phuket gibi egzotik bir tatil yapabilmek!
* arabamızın olması (bu aslında hayatımdakisevgiliinsan'ın isteği; ben de o istiyor diye olsun istiyorum:))
* sanatsal açıdan aktif bir yıl geçirmek. film, edebiyat, sergi, tiyatro kültürü açısından zenginleşmek!
* işaret dili öğrenmek (bu geçen sene de vardı; ama olmadı.)!
* bir sanatla uğraşmak/ hobimin olması, akordeon, seramik gibi (bu da geçen sene de vardı; ama olmadı.)!
* bir de bir hayalim var benim! bu yıl gerçekleşmesini beklemiyorum, ama, bu yıldan onun için birikime başlamak olabilir şimdilik hedef. 
bir ofis istiyorum ben. kendimce tamamen gönlüme göre işleyecek bir yer. elbette para kazanma amacı olan bir yer olacak; ama, mesleğimin, ne yazık ki, sadece alım gücü belli düzeyde olan bireylere hitap etmesi hep rahatsız eder beni. bu nedenle halka açık atölye çalışmaları, oyun grupları, eğitimler, seminerler olmasını isterim ofisimde. onun dışında, orada okumak, yazmak, mesleki yayın yapmak, meslektaş konsültasyon toplantıları yapmak, eğitimler düzenlemek ve elbette danışan görmek gibi gönlümce ve serbestçe çalışmak istiyorum.
bu dileğim kaç yıl sonra gerçekleşir bilmiyorum; sadece hem donanım hem mali açıdan birikim yapmam gerektiğini biliyorum bunun gerçekleşmesi için:)

herkese dileklerinin kabul olduğu bir yeni yıl diliyorum!!!

Çarşamba, Aralık 24, 2014

violin çalar, içim coşar :)

bir şarkının içinde viyolin sesi varsa, o şarkıyı o an seviverdiğimi söylemiş miydim?
radyoda denk geldi sabah.
ilk gençliğimde çok sevdiğim cher'in güzel sesinden ilk defa dinledim bu güzel şarkıyı.
beğenilerinize efem:)


Salı, Aralık 23, 2014

luz casal

müzik bağımlısı oldum bu ara yeniden.
farklı dil ve tarzlarda şarkılar dinliyorum mütemadiyen.
bu ara severek dinlediklerimden biri de bu:




Pazar, Aralık 21, 2014

hafta sonu- sergiler

bu hafta sonu, hem gezmek istediğim sergilerden birini gezebildim hem de piyangodan çıkmışçasına bir başka sergiyi gezdim. 
plansızca çıktık dışarı dün sabah. henüz kalabalıklaşmamış o güzel haliyle gezdik istiklal’i. 
istiklal dediysem, galatasaray lisesi'nden tünel'e kadar olan kısmı seviyoruz sadece ve o kısmı geziyoruz genellikle.
ara sokakları gezdik önce. sonra, eski markiz pastanesi'nin bozulmamış mimarisinde şimdilerde yemek kulübü olarak hizmet veren sevdiğimiz mekanda kahvaltımızı yaptık. 
yol üstünde salt beyoğlu vardı. o an öğrendim ki, hayatımdakisevgiliinsan galerinin terasına çıkmamış hiç!


ona orayı göstermek isteyince, lübnan'lı sanatçı akram zaatari'nin sergisini de gezmiş olduk." anlamadığımız şeylere postmodern sanat diyoruz" diyen hayatımdakisevgiliinsan'a katılmamak güç doğrusu:) bienal tadındaki sergiyi anlamak zor olsa da vizyonumuzu geliştiriyor ve yine de gezmekte yarar var diye düşünüyorum.


oradan çıkıp yky kültür merkezi’nde başladığı günden beri çok istediğim "işte benim zeki müren" sergisine gittik. türkiye'nin yetiştirdiği şüphesiz en kıymetli sanatçılardan olan zeki müren'in doğumundan ölümüne gerek özel gerek sanat hayatından fotoğraflarının, yazılarının, resimlerinin, kıyafetlerinin sergilendiği sergi mutlaka görülmeye değer. sergi 31 aralığa kadar uzatıldı, şu on gün içinde zaman ayırmaya gayret edin, derim.
bu arada, sergide öğrendiğime göre; bizlerin rakı sofralarının vazgeçilmez eşlikçisi zeki müren'in en sevmediği içki rakı imiş!


tomalara göğüs geren/ işte benim zeki müren

"sevgi dolu bir dünyam var
dört yanımda tüm insanlar
dünya malı neye yarar
dostluklarla yaşıyorum

şiirlerde romanlarda
gelmiş geçmiş zamanlarda
tanburlarda kemanlarda
şarkılarda yaşıyorum

sevgilerden nakışlarla
mutlu mutsuz bakışlarla
kalpten kalbe akışlarla
alkışlarla yaşıyorum

ben de sevdim bir zamanlar
içimde bir hatıra var
herkes hayatını yaşar
anılarla yaşıyorum

ne köşklerde ne sarayda
ne dünyada ne de ayda
benim yerim çok uzakta
dualarla yaşıyorum

şarkılara duygu seren
çilelere göğüs geren
dertli gönüllere giren
işte benim zeki müren

kimsesizlerin kimsesiziyim kimsesizim
yalnızların yalnızıyım yalnızım
dertlilerin dertlisiyim dertliyim
aşıkların aşkıyım aşıkım
ismim mesut göbek adım bahtiyar
yıllarca hep böyle bildiniz siz
mesut bahtiyardan şarkılar dinlediniz"


sonu hüzünlü bitse de ne de güzel başlıyor pek de güzel başlıyor şarkı.
sözleriyle duygularıma tercüman oluyor yer yer.
hep diyorum, "iflah olmaz bir romantiğim ben"!
zinhar para pul, mal mülk! 
dünyanın bütün sevgilerini verin bana! bolca aşk, sevgi, dostluk!
sanat verin sonra; şiir, müzik, roman...
yemek, içmek, gezmek olsun biraz da.

dediği gibi bir başka güzel şarkının:
"talebim değil hanlar, hamamlar, gömme saraylar
sahibi olduğum her şey; rüyalar
herkesin doyduğu bir çıkma ekmek
senin de öyle!"

mutluluklu şarkı:)

 tanıyanlar bilir ki, genelde çok zıpzıp şarkıları sevmem. biraz daha ruhuma değen, görece "kaliteli" müzikleri dinlemeyi tercih ederim. ama bazen zıp zıp bir şarkı da beni kalbimden vurabilir:) mesela sıla- allen delon, mesela kenan doğulu'nun bazı şarkıları, mesela bu:


aşkıma aşk, mutluluğuma mutluluk katıyor bu şarkı!

"çok sevişmenin hiç zararı yok
aşktan ölen varsa söyle
doktor derdime bul bir çare
ona doyamıyorum yaz bir reçete
sabah akşam yemekten önce ve sonra
yanımda istiyorum!"

Cuma, Aralık 19, 2014

psikolojik danışmanlık her zaman toz pembe değildir!

bir meslek düşünün ki; 
insanın kendini tanımasına yardımcı oluyor
insanın kendisi, çocukluğu, aile dinamikleri, iletişim becerileri, güçlülükleri ve zayıflıkları hakkında farkındalık kazanmasında etkili oluyor 
sürekli gelişim gerektiriyor, alınacak eğitimleri hiç bitmiyor 
insanları anlamaya ve onlara yardımcı olmaya yarıyor...
çok şanslıyım sanırımJ
yoo yoo! sevgili blogcuanne elif doğan’ın annelik üzerine dediği gibi, psikolojik danışmanlık da "her zaman toz pembe değildir". bilakis dünyada ve özellikle de ülkemizde yeni bir alan olduğundan oturmayan yanları çok fazla. meslek odasının olmaması, meslek tanımının ve standardizasyonun belirsizliği, diğer mesleklerle ayırt edilememesi en temel sorunlarımız mesela.
ama yine de keyif ala ala lisans eğitimimi tamamladığım ve çoğu zaman keyif alarak 6 yıldır icra ettiğim bir meslek.

geçtiğimiz hafta aile terapisi eğitimine başladım. bir etkinlik yaptık eğitimde. geçmişimizden bu yana ailemizden (hem eş hem anne-baba-kardeş) bize açık ya da kapalı olarak  gelen “yap” ve “yapma” mesajlarını düşünüp yazdık. 
şimdilerde en çok aldığım mesaj: 
“yeter artık, dur biraz, bu kadar koşturma, kendini bu kadar yorma, kendini mesleğine adama, bu kadar çok kendini geliştirip ne yapacaksın, biraz otur dinlen”. 
sonra geçmişi düşündüm:
ders çalış”? ı ııı, değil. annemin ya da babamın bana hiç öyle bir şey dediğini hatırlamıyorum. 
“odanı topla” ? ı ıııı zaten derli topluydum hep. 
ne derlerdi bana ne derlerdi??? 
hahh buldum: 
“sosyal ol, faal ol, girişken ol”.

etkinlik için küçük kağıtlara yazdım bunları . ve yazar yazmaz, ayan beyan gözüme çarptı o an! 
ben şimdi bu kadar faalsem, mimarı annem ve babammış meğersem!

Pazar, Aralık 14, 2014

atanamayanlar- başar öztürk

kitabı hızla okuyup bitirdim. kolay ve keyifle okunan bir kitap. 
çok sevdiğim alper canıgüz'ü anımsattı bana. 
edebiyatçılar ne diyor bilmiyorum; ama son yıllarda, yeni bir tarz gelişti sanırım; daha çağa uygun ve samimi.
bizden hikayeler, 90'larda çocuk olup yeni yeni yetişkin olan kuşağa hitap eden...
pek çok altını çizdiğim cümle var; yerinde tespitler ve estetik anlatıların olduğu. ve fakat sadece ilk iki sayfadan bir kuple paylaşmakla yetineceğim. 
gerisini kendiniz okuyunuz, seveceksiniz:)


onun dışında, malum haftasonu... 
cumadan başladı bizimki. 
çok yakın arkadaşlarımız geldi cuma akşamı.
hava soğuktu, kapalıydı, sorduk kendimize "gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?" 
cevap olarak, sıcak şarap yaptık ve tatil hayalleri kurduk. 
geceyi "yazık yaşanmış sayacaklar/ aşksız, şarapsız geçmiş bir ömrü" dizeleriyle kapattık.

güzel bir şarkıyla bitirmek istiyorum yazımı. ve fakat, bitirmeden önce, şarkının hikayesini anlatmak istiyorum.
atanamayanlar'da geçen bir grup olarak moody blues'u merak edip bir yere not etmiştim dün. sonra bugün, beşiktaş'ta kaset bistro'ya yılbaşı programlarını sordum ve can gox'u ayarlamaya çalıştıklarını söylediler. "o kimdi ya?" dedim, "kaybedenler kulübü'ndeki" dediler, "haa dedim, my woman'ı söyleyen adam".
sonra eve geldim, canım çekti, "my woman'ı dinleyim youtube'tan" dedim, ve yanda öneri olarak çıkan şarkı ahanda buydu!


Çarşamba, Aralık 10, 2014

hafta sonu- çalışan insanın oksijeni

cumartesi günü birkaç parça mevsimlik ihtiyacımız için bir alışveriş merkezine gitme gafletinde bulunduk hayatımdakisevgiliinsan'la. malum, hava yağışlı. dış mekan aktiviteleri hava muhalefeti nedeniyle kısıtlı, e alınması gerekenler de var... ve fakat, aman allahım! bir saat bile geçmeden kendimizi nasıl dışarı atacağımızı bilemedik. yoğun ışık, ses, havasızlık ve kalabalık... 
bir zaruret halinde bile tahammül edemezken, onca ses ve ışık bombardımanı altında insanların nasıl keyif ala ala saatlerce gezebildiğini anlamakta gerçekten zorlanıyorum. ben alışveriş merkezlerinde çoğu zaman beynime tecavüz ediliyor gibi hissediyorum! 

verimsiz bir cumartesiden sonra, pazar günü, otistikler derneği'nin organize ettiği "sivil toplum duyarlılığı sempozyumu"na katıldım mimar sinan üniversitesi'nde. sosyal medyadan takip ettiğim sedef erken'i ve irem afşin'i tanımak çok memnun etti beni. notlar aldım onlar ve diğerleri konuştukça. 



bir kez daha, gelişmiş bir ülke için en çok da yüksek ahlaklı vatandaşlara gereksinim olduğunu ayrımsadım. ahlaklı; yani, kendinden öteye geçebilen, herkes için demokratik ve iyi olanı düşünebilen, kendi dışına çıkarak bir başkasına yardım edebilen evrensel ahlak ilkelerine sahip vatandaşlar... 
"hangi sivil toplum kuruluşunda gönüllüsünüz?"ün cevabının her vatandaş için olduğu bir ülke... ve tabi, sosyal devlet anlayışı gereği, herkesi farklılıklarıyla sarabilen bir devlet ihtiyacını duyumsadım yine. metrobüs köprülerinde dilenmemeliydi bedensel engelliler, halkın verdiği 3 kuruş sadaka ile değil, hijyenik ortamlarda devletin bakımıyla yaşamını sürdürebilmeliydi!
....
sıkıntıları çözmeye tek başımıza gücümüzün yetemeyeceğini ve ancak, bir araya gelirsek sesimizi duyurabileceğimizi tekrardan anladığım, hem öfkelenip hem umutlandığım güzel bir gündü...

velhasıl, bir hafta sonu daha yaklaşırken, size benden öneri:
hava kötü diye kendimizi alışveriş merkezi denen o boğucu ve yorucu yerlere sıkıştırmayalım. onun yerine sergi veya müze gezelim, şehrimizde hala yıkılmamış olan sinema salonlarında film izleyelim, sıcak evimizde yayılıp kitap okuyalım, arkadaşlarımızla evlerde toplaşalım, mesleğimiz ya da kişisel gelişimimizle ilgili etkinliklere katılalım mesela.

benim gezmek istediğim sergiler:
100 yıllık aşk- istanbul modern
işte benim zeki müren- yapı kredi kültür
miro- sakıp sabancı müzesi
şimdiki zamanların güncesi- galeri eksen
borusan contemporary- perili köşk

izlemek istediğim vizyondaki filmler ise:
interstaller- christopher nolan
the cut- fatih akın
miss julie- liv ullman
yağmur kıyamet çiçeği- onur aydın

bunlar da yeni aldığım sevgili kitaplarım:


Cumartesi, Aralık 06, 2014

benim istediğim ne ağaca benzer ne de buluta...

"başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz
havası ayrı hava
..."


ne denli çok sevsem de şehr-i istanbul'u, çekip gitme isteğim dorukta son zamanlarda...
gitmek ve izmir foça, çandarlı, özdere gibi bir yere yerleşmek.
aslında hepimizin hayalinden farklı değil benimki de.
doğaya, doğama dönmek!


bahçeli bir ev; bahçede hayvanlar, ağaçlar; evde çiçekler, kitaplar ve sevdiğim adam!
az çalışmak, az kazanmak, bol okumak, bol yüzmek, bol yürümek. hepsi bu!
çok mu?

Pazar, Kasım 23, 2014

kitaplar filmler son günler

yoğun zamanlardan geçiyorum. uzun zamandır hayatım bir "koşturmaca" zaten; ama, bu sıralar doruktayım. 
iş epey zamanımı alıyor zaten. iş dışında mesleki 3 eğitim sürecim var...


bir yandan da bitmek bilmeyen ev toplaşmaları, gezme, görme, okuma, izleme isteklerim... gel gör ki bu arzularıma biraz gem vurmuş durumdayım son günlerde.


hiçbir zaman aynı anda 1'den fazla kitap okuyabilen biri olmamakla beraber; şu sıralar elimden bir sürü kitap geçiyor ve hepsi yarım kalıyor.


1.duygusal zeka- goleman (sahaf festivali'nden aldığımdan beri ara ara karıştırıyorum; ama masa başında ve notlar alarak okumak istediğimden pek ilerleyemiyorum.)
2.varoluşçu psikoterapi- yalom (5-6 yıldır ara ara karıştırdığım ama okumayı başaramadığım bir kitap. benzer şekilde, notlar alarak ders çalışırcasına okumak istediğimden ilerleyemiyorum biraz da)
3.hz. musa ve tektanrıcılık- freud (içindeki nota göre 2006 izmir kitap fuarında almışım... bu ara yine elimde; bakalım)
4.psikanaliz ve sonrası- engin geçtan (epey önce alınmış ve ara ara karıştırılan ama bitirilemeyen bir kitap daha)
5. kutsal fahişeden bakire meryem'e toprak ve kadın- emre caner (tam başlamıştım ki; araya suzan defter girdi, sonra da çoluk çocuk.)
6.çoluk çocuk- patti smith (sahaf festivali'nde almıştım bunu da. ama bir yandan yukarıdaki kitapları karıştırdığımdan, ancak bitirebildim.)
7.yazmakta olduğum proje için özel yetenekli çocuklar hakkında her nevi makale, kitap, araştırma okuyorum bir yandan da...

dün gündüzümü okumaya ayırmak istedim ve çoluk çocuk'u bitirdim. ama ne bitirmek... ağla ağla ağla... otobiyografilere bayılmasam da, böyle romansı hayatlar olunca gayet sevebiliyorum.
ardından şehrimizde devam eden 26. istanbul uluslararası kısa film festivali'nde biraz film izlemek üzere fransız kültür merkezi'ne gittik hayatımdakisevgiliinsan'la. 8 kısa film izledik:

1.gülümse- saim güveloğlu
2.bücür- sophie galibert
3.real honey- slawomir witek
4.neon lights- barbara s. mueller
5.clean- şevket onur cihan
6.baba- santiago bou grasso
7.polistan-çiğdem gülçiçek, yakup tekintanğaç
8. karpuz cenneti- gülistan acet 
hepsi iyi olmasa da, festival filmi izlemek hep iyi gelir bana. bir sürü farklı dünyaya girmek...


kapanışı çok sevdiğimiz taksim my house'da bir şeyler yiyerek yaptık. ne zamandır baş başa çık(a)madığımızı fark ettik ve iyi geldi. naçizane tavsiye olunur efem;)


son söz olarak, geçen sene bu yıl evliliğe adım atmıştık biz; iyi ki de atmışız. darısı tüm isteyenlerin başına;)

Pazar, Kasım 09, 2014

yaşar!

yaşar'ı oldum bittim çok severim.
günümüzde türkçe müziği en kaliteli, en kendine özgü biçimde icra edenlerdendir bence o. hem iyi bir müzisyen hem de iyi bir söz yazarı o, belki de şair hatta!
dönem dönem bazı şarkılarını takıntılı bir biçimde dinlerim, en sevdiğim şarkısının hangisi olduğuna bir türlü karar veremem.
cd de pek kalmadı ya, arabam olunca, tüm albümlerini arşivleyip yolculuklarımda dinleme hayalim var;)
o hayale biraz var, en iyisi şimdi sabah sabah bir kuple dinleyelim:)


"bana divane diyorlar
yok artık uslandım yar"

"söylemeliyim içimde tutamam yar
tutamam yar, unutamam yar
ölüm var dünyada!"

Cuma, Kasım 07, 2014

bazı adamlar...

"bazı adamlar, incitmeden sevemezdi
kırardı, dökerdi, yangınlar bırakırdı arkalarında
bazı adamlarsa, tüm geçmişi unutturur, parmak uçlarından öperdi."


cemal süreya ile lisede tanıştım, 2002'de sanırım, sevda sözleri ile.
o günden beri de ara ara okur, kendimden geçerim adeta.
bu belgesel ile bugün karşılaştım henüz, 5 yıl olmuş oysa...

http://vimeo.com/5678659

Cumartesi, Kasım 01, 2014

gizli bir kaynaktır içim/ taşar içimden ruhum!

baharı çok seviyorum. 
ilkbaharı da sonbaharı da.
her ikisi de "yenilenme"yi çağrıştırıyor.
aşık, duygulu, coşkulu, cesur ve en çok da kendilerinden güç alan kadınlara gelsin:)


"damarlarımda yine aşk var
gözlerim yine bir manalı
başladı güneşli yağmurlar
ıslandı umudumun saçları
kırılan dallar gibiyim
ben her bahar dirilirim
gizli bir kaynaktır içim
kendime bir yol bulurum
ben her bahar aşık olurum
rüzgar olur yağmur olur
filizlenir anılarda gururum
taşar içimden ruhum

damarlarımda yine aşk var
gözlerim yine bir manalı
başladı güneşli yağmurlar
ıslandı umudumun saçları
gönlümde sönen ateşin 
küllerini savururum
kalbimdeki acelenin 
peşinde ben kaybolurum
ben her bahar aşık olurum
rüzgar olur yağmur olur
filizlenir anılarda gururum
taşar içimden ruhum"

Perşembe, Ekim 30, 2014

gönlümce bir ıssız ada bulmuşum...


"susamış suların akışı gibi
çaresiz gözlerin bakışı gibi
kapının ansızın çalışı gibi
akrebin ateşte yanışı gibi
vazgeçip uzaktan senin yanında
kendime cevapsız soru sormuşum
kaybolup giderken fırtınalarda
gönlümce bir ıssız ada bulmuşum
fark etmeden fark etmeden fark etmeden
senin olmuşum

güneşin gölgede kalışı gibi
uykunun düşlere dalışı gibi
kalbimin nabzımda atışı gibi
bir yolun bir yere varışı gibi
vazgeçip uzaktan senin yanında
kendime cevapsız soru sormuşum
kaybolup giderken fırtınalarda
gönlümce bir ıssız ada bulmuşum
fark etmeden fark etmeden fark etmeden
senin olmuşum"


Çarşamba, Ekim 29, 2014

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı


bugün, işgal altındaki bir devletin düşman işgalinden kurtulduktan sonra; yeniden doğuşunun, siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan değişiminin en büyük ve en kıymetli adımının 91. yıl dönümü!
ne acı ki, artık gelenekselleşen iş kazaları nedeniyle, buruk, üzgün ve öfkeli de olsak kutlu olsun büyük bayramımız!


Pazartesi, Ekim 27, 2014

yaşlılık

gelişim psikoloğu erik erikson, psikososyal gelişimi, insan ömrünü 8 evreye ayırarak inceler. 
8. ve son evre olan yaşlılık "benlik bütünlüğüne karşı umutsuzluk" evresidir. erikson'a göre "yaşamın sonu"na yaklaşan bireyler ömürlerinin muhakemesini yaparlar. bu değerlendirme sonucunda kimi bireyler geride bıraktığı yaşamından memnundur ve ölümü karşılayabilir, kimisinin ise geride bıraktığı yaşamında yoğun pişmanlıklar vardır, geçirdiği ömrü beyhude olarak görür ve ömrünü hakkını vererek yaşayamadığı için yaklaşan ölüm onu korkutur.
ırvin yalom'un "güneşe bakmak ölümle yüzleşmek" kitabında derinlemesine işlediği üzere, ölümü karşılamak hepimiz için güçtür aslında. bunu kolaylaştırabilecek yegane şeyse,  
"bir ölüm kaldıydı onu da gördüm/ değdi yorgunluğuma" dediği gibi şairin, 
yaşadığın hayattan memnun olmaktır.

bizimki gibi refah düzeyi düşük ve kalkınmamış ülkelerde de, gözlemim o ki, pek az birey gönlünce bir hayat yaşayabiliyor ve az pişmanlıkla ve sevecenlikle karşılayabiliyor ölümü ne yazık ki. 
hiç kendi için yaşayamadan, hep çocuklarını ve geleceği düşünerek geçiriyor ömrünü. her birey büyük bir gelecek kaygısıyla koca bir devletin yükünü alıyor adeta. gelişmiş ülkelerde sosyal devletin yaptığını, kendi kendine yapmaya, yani kendi ve ailesinin hayatını garanti altına almaya çalışıyor ömrü boyunca.derken, bu hayat gailesi ile bir ömür geçiyor. sevmeye, gezmeye, gülmeye, okumaya, dinlenmeye, eğlenmeye pek de vakit ayıramadan...
bundandır ki, yaşlılarımız çoğunlukla huysuz.

yaşlılıkta en zorlayıcı yaşantılardan biri -kuşkusuz- arkadaş dost, kardeş ve bittabi eş kaybıdır. yaşlı bireyin çevredekiler birer birer hayata veda ederken, o sırasını bekler düşünerek. 


bu noktada, bayramda ziyaret ettiğim bir yaşlı akrabamda fark ettiğim bir şeyi paylaşmayı anlamlı buluyorum. kendisi, zamanında çok iyi yerlerde olan, ve eşine biraz haksızlık eden, eşini kaybettikten sonra değerini anlayan ve giderek içine kapanan biri. ve bize ziyaretimizde, bir evde ayna ve saat bulunmasını önemli bulduğunu anlattı.bir meslek hastalığı olarak, durumu hemen psikolojik olarak değerlendirdim istemsizce. 
saat; zamandı. zaman akıyordu. acımasızca ve hızla.ömür geçiyordu. ölüm geliyordu.
ayna; yüzleşmeydi. insana kendini yansıtıyordu. hatalar yapıyorduk. görmek istemesek de. yaşlanıyorduk, hastalanıyorduk.

sözün özü, hayat kısa ve çok kıymetli. değerini biliniz. anlamlıca, coşkuyla, gönlünüzce yaşayınız!

(bilhassa da bizimki gibi gelişmişlik ve refah düzeyi düşük ülkelerde kimi zaman tüm bu sıkıntılara artan sağlık problemlerinin masraflarını karşılayamama, bakıma muhtaç olma gibi çok daha büyük zorluklar da bekleyebilir. ancak bunlar bu yazının konusu değildir.)

Perşembe, Ekim 23, 2014

"bir şey" yapma zorunluluğu

kendime koyduğum kurallar var benim.
hayatımın hiçbir döneminde sadece okul/iş olmadı hayatımda.
hep yeni ilgi alanları, hep kendimi geliştirme çabası. gitmediğim hobi kursu kalmadı, mesleki programları tamamlıyorum şimdi:)
ehh biraz da "işte bunlar hep kapitalizm" elbet... pompalayın modern insana on parmağında on marifetliği, sonra pazarlayın kursları...

kendimden yüksek beklentilerim var. 
kendimi rahat bırakmıyorum.
çok şey yapmak istiyorum.
ve sonra kendimi hayal kırıklığına uğratıyorum.
yıllardır yapamadığım yüksek lisans var mesela. baktığımız zaman akademisyen olmak istemiyorum, sahada çalışıyorum ama nedense yüksek lisans yapmak zorundayım illa. 
başladım, baktım aradığım bu değil, bırakayım dedim, çevremdeki herkesin ilk sorusu "eee peki ne yapacaksın onun yerine?"
ayy hiç bir şey yapmayacağım izninizle.
sadece çalışıp, mutlu olduğum şeyleri yapacağım! oldu mu.


Salı, Ekim 21, 2014

ekim de güzel...

eylül pek sevilir, pek bir hoş karşılanır. ben de her yıl yazarım eylül başında eylül için.
zaman hızla geçer ama; o güzel eylül bitiverir. neyse ki onu takip eden ekim de pek güzeldir!
yapı kredi kültür yayınları'nın sanat&kültür etkinliklerini takip ediyorum 2 yıldır. ve ekim itibariyle 3. sezonumun etkinlikleri de başladı.
"bir yazarın gayrıresmi portresi"nde gündüz vassaf vardı bu akşam. gündüz vassaf, üniversiteye başladığım yıl sosyoloji hocamın sürekli bahsettiği bir yazardı (yazar demek yetmedi aslında, sadece yazar değil o zira). o yıl okumuştum "cehenneme övgü" ile "cennetin dibi"ni. sonra gazete, dergi yazılarında takip edebildim kendisini. pek sevdim. bundandır ki, bugün de koşa koşa gittim etkinliğe. 
çok sade ve sempatikti gündüz vassaf. "istanbul'da kedi" diye kitabı çıkacakmış kasımda, onun üzerinden gitti söyleşi. heyecanla bekliyorum kitabı; zira, kediyi de istanbul'u da ne çok severim ben!
söyleşinin başında sibel oral şöyle söyledi:
"bizi kurtaran tek şey, edebiyat. bizleri mutsuz sokaklardan alıp kendi dünyalarına davet eden yazarlara teşekkür ederim."
sanat en çok da buna yarıyor belki. 
insanın estetik ihtiyacı var elbette; ama o yüksek düzey ihtiyaçtan önce, sağaltıcı bir etkisi var sanatın kanımca. hem üreten hem de okuyan/ dinleyen/ seyreden açısından.
çok keyif alarak dinlediğim müziklerden sonra dilimden dökülüverir hep, "şarkılar iyi ki var" derim.
ne yapardık sahi, olmasaydı şarkılar?
peki ya kitaplar, filmler, resimler, heykeller...

Cumartesi, Ekim 18, 2014

güzel şarkılar&güzel anılar...

düğünümüzün giriş ve kapanış dans müziği!
https://www.youtube.com/watch?v=6EL8W_SA3Tw


çok sevdiğim bu şarkıyı her dinleyişimde aklıma düğün günü geliyor artık:)

keyifli dinlemeler size;)


Pazartesi, Ekim 13, 2014

suzan defter- ayfer tunç

bir kitaba başlamak her zaman planlı olmuyor. bir kitap bittiğinde "okumak istediklerim listem"deki koca havuzdan birini seçmek zaman alıyor aslında biraz. genelde önce birkaç tanesini karıştırıyorum bir süre, sonra birine devam ediyorum.



"ölmek" bittiğinde de öyle olmuştu. bir yandan emre caner'in araştırma niteliğindeki kitabını okuyup bir yandan da mesleki okumalara devam ediyordum bir süredir.


hayat ilginçti ama... sevgili sedenist yorumunda sormuştu suzan defter'i. ben de kalktım aldım sehpadan (okunmayı bekleyen kitapların yeri çalışma odasındaki kitaplık değil, salon sehpalarıdır bizim evde). 
öylelikle başladım. ve çok akıcı bir hikayenin içine giriverdim. 
romanları, roman karakterlerini, eski zamanları, eski dönem aşklarını, hüzünlü ve yalnızlık üzerine anlatıları severim hep. bu kitabı da çok sevdim. hem içerik hem anlatım açısından. 

kitabın tadına bakmanız için altını çizdiklerimden bir kuple size:
"insan ya kendi kendine konuşur ya kendi kendine yazar. kendi kendine konuşmayı makbul saymazlar. oysa ne fark var ki arada?"
"pazar günleri hayatın intikam günleri. neşeli başlasın ve öyle geçsin diye gayret edildikçe insanı koyu bir yalnızlığa, anlaşılmaz bir kedere iten günler."
"bir kadının gittiği, evden belli olur. kadın giderken düzeni götürür bir kere. yaşayan ev sarsılır."
"-gençliğiniz haram olmuş desenize
-insan gençliğini aşka vermezse, gençlik neye yarar?
-ama sonunda kaybeden siz olmuşsunuz
-kayıp mı?kaç kişi böyle sevebilmiştir dünyada?"
"insan hayatı bir rahim arayışından ibarettir. ev rahimdir."

teşekkürler sedenist! :)

müzik hep iyi gelir...


evrensel bir dil müzik... 
evrensel bir duygu dili...
hem hüzünlendiren hem rahatlatan bir şeyler var bu şarkıda...


Cumartesi, Ekim 11, 2014

Salı, Ekim 07, 2014

sapanca&bolu'dan iyi bayramlar:)

ailemizden uzakta yaşadığımız için bayram demek izmir'e gidip, ailemizle görüşmek demek bizim için. ama bu sefer, normal bir hafta sonundan sadece iki gün fazlası olan bayram için istanbul'dan çıkış, istanbul'a giriş trafiğini gözümüz almadı. bu bayram bir değişiklik yaptık.
benim annem ve ablam geldi geçen hafta, onlarla bir güzel istanbul'u gezdik. sonra onlar döndü, bayramda da eşimin ailesi geldi. onlarla da biraz istanbul'u gezdikten sonra, civardaki güzellikleri görmeye karar verdik. çok da iyi etmişiz. gerek hava durumu gerekse de trafik açısından çok şanslıydık ve çok güzel iki gün geçirdik. uzun zamandır görmek istediğim yerleri gördüğüm ve defterimde tikler atabilmiş olduğum için de ayrıca mutlu oldum ben:)

pazar sabahı çıktık yola. ilk önce sapanca'ya uğradık. sapanca, sakarya ilinin gölü ile ünlü ilçesi. yıllardır görmek istediğim ve istanbul'a sadece 160 kilometre mesafede olan sapanca'ya bayramın verdiği trafik rahatlığıyla 2 saatte ulaştık.



göl kenarında gerek özel gerekse de belediyenin işletmeleri mevcut. oturup bir çay/ kahve içmek gerçekten huzur verici. biz göl kenarında bir yürüyüş yaptıktan sonra bir çay molası verdik. sonrasında görülecek yeni yerler için oradan ayrıldık. 


ama, istanbul'un gürültü ve karmaşasından uzaklaşmak ve rahatlamak için, eşofmanlarımızı giyip göl çevresinde bir tam günü sadece yürüyüş yaparak, deniz bisikletine binerek, kitap okuyup, kahve içerek geçirmek üzere ileride bir kez daha gelmeyi de not ettik...

bolu yönünde devam ettik yolumuza. karacasu mevkiinde bulunan ve aladağlar'ın eteklerindeki, denizden 1000 m yükseklikteki gölcük'e geldik. otomobil ile girişin 10 tl olduğu büyük ve çok güzel bir tabiat parkı gölcük


öncelikle çok geniş. sanırım büyük şehir insanlarının en çok özlem duydukları şey, "mahrem alan." kimseye değmeden, çarpmadan ve hatta bazen kimseyi görmeden yaşayabilmek. özgürce...
büyük şehirlerde çok insan var ve kaynaklar bu kadar çok kişiye yetmiyor, bu nedenle hep yarış, koşturmaca... oysa bu tabiat parkı öyle büyük ki, bayram kalabalığına rağmen piknik alanları, yürüyüş parkurları tenha... 




parkın içerisinde, getirdiğiniz yiyeceklerinizi yiyebileceğiniz ahşap masaların yanı sıra parkın içerisinde kır gazinosu da mevcut. 
aslında yapay bir gölet gölcük. ve fakat çevresindeki yoğun göknar, kayın ve gürgen ağaçlarının arasında doğalmış gibi güzel. "her mevsim ayrı güzel" diyorlar ama, bana kalırsa tam mevsimiydi. sararan, kızaran, dökülen yapraklar ile hala yemyeşil kalanlar adeta bir renk cümbüşü oluşturmuşlardı. 

(misafirhane) 


(monet resimlerinden sonra gerçeği ile tanıştım nilüferlerin)

güneşi bu güzel doğanın içinde batırdıktan sonra, karacasu'ya inerek otelimize yerleştik. 


bayram nedeniyle oteller çok dolu olduğundan, biz ancak bolu yıldız otel'de yer bulabildik. tam pansiyonun 70 lira olduğu oteli fiyat/performans açısından yeterli buldum ben.



bolu deyince akla gelen ilk şeylerden biri de termal tesisler, kaplıcalar elbette; ancak biz onu da bir başka sefere erteledik. ve akşam yemeğinden sonra odamızda ailece mandıra filozofu izledik:)
insan hem gün boyu bunca doğa ve kasaba görünce, üstüne de modernite sorgulamalı film izleyince kendine sormadan edemiyor tabi:

"neden istanbul?"
sahi koca ülkenin 5te 1i, bir şehire doluşmuş ne yapıyoruz biz? neden bunca hıncahınç, üst üste bir yaşamı tercih ediyoruz?

bu sorgulamalarla uyuyup uyandıktan sonra otelimizde kahvaltımızı yapıp ayrıldık ve abant' a çevirdik direksiyonumuzu. 


abant tabiat parkı 1300 m yükseklikteki krater gölünü çevreleyen  çam, köknar, kayın, meşe, kestane, gürgen, kavak, yabanıl meyve ağaçlarını barındıran zengin bir bitki örtüsüne sahip ormanlardan oluşuyor. giriş araçla yine 10 tl. gölün çevresi araçlarla da turlanabiliyor, bisikletle de, yürüyerek de. parkın içinde ata binme parkurları, bisiklet ve yürüyüş yolları, piknik alanları, konaklama tesisleri, çadırlı kamp ve günübirlik kullanım alanları ve yaylalar mevcut. parkın girişinde "ziyaretçi tanıtım merkezi" ve "doğa müzesi" hizmeti var. 


biz bol bol yürüyüş yapıp oksijen depoladıktan sonra ormanın derinliklerine doğru keşfe çıktık.








gezintimizi yaptıktan sonra, yeni yerler görmek üzere buradan da ayrıldık. 


bu sefer istikamet düzce'ye bağlı gölyaka beldesi idi. bir dağ köyü olan güzeldere'ye ulaşmak ve türkiye'nin sayılı şelalelerinden birini görmekti niyetimiz. 16 km lik asfalt yol zaman zaman zorlu ve dar olabiliyor; ama bir o kadar da doğal, her iki taraf fındık ağaçları ile çevrili. zaten ilçenin genelinde de gerçek bir karadeniz havası hissediliyor. yolun bitiminde köyün sonunda güzeldere tabiat parkı'na ulaştığımızda (giriş otomobille 8 tl) kendimizi bir film setinde hissettik. gerçek bir doğa harikasıyla karşı karşıyaydık. bir yayla, çevresi vahşi ağaçlarla çevrili ve inceden su sesi geliyor. merdivenlerle biraz aşağı inince şelale ile karşılaştık ve büyülendik!




bir defa daha anladım ki "hiçbir şeye ihtiyacımız yok, tüm güzellikler ve her şey doğada var! ve biz medeniyet kurmaya çalıştıkça sadece zarar veriyoruz doğaya ve kendimize!"

hava kararmaya başladığında yoldan endişe edip, gölyaka'ya indik ve "madem karadeniz'deyiz" diyerek coşkun lokantası'nda enfes pide yedik.
ne yazık ki her güzel şey gibi, bu mini tatilin de sonu gelmişti. bu sefer direksiyonlar istanbul'a çevrildi ve doğadan uzak hayatımıza dönüldü...