Pazartesi, Ocak 31, 2011

Hindi Zahra- Beautiful tango

dinleyin diye:

http://www.dailymotion.com/video/xct5h5_hindi-zahra-beautiful-tango_music

Pazartesi, Ocak 24, 2011

"olcaksa olsun"


üniversite ikide erasmus programıyla bremen'e gitmiştim. tahmin edebileceğiniz gibi, ailesinden ilk defa ayrılan 19 yaşında biri için baş döndürücü, süper renkli, fazlasıyla eğlenceli bir deneyimdi. gelgelelim; son aya girdiğimizde herkeste "ohaa, bitiyor, tadını çıkaralım" hissi başlamışken, ben de "bitçekse bitsin" hissi ve akabinde huzursuzluk baş göstermişti. sıkıldığımdan falan değil, ya da geride kalanları özlemiş olmaktan da değil; sadece geçici olduğunu, "asıl hayatımın" burası olmadığını bilmekten... son zamanlarda mütemadiyen odamı, evimizi, izmiri düşlüyordum; "asıl hayatım" diyordum...

benzer hissi son sınıfın son aylarında da hissetmiştim; "nasılsa mezun olucam, hadi artık" demeye başlamış ve son dönemin tadını hiç çıkaramamıştım.

şimdi de yaşadığım evin geçici düzen olduğunu bilmek rahatsız ediyor beni. geçen yıl pek bir hoşuma gidiyordu düzenimiz oysa... ev arkadaşlarımdan birinin evlenmeye karar vermesiyle farkındalık oluştu bir anda; kurduğumuz düzenin "her an bozuluverirliğini" ayrımsadım bir anda. canım sıkıldı. gerçek düzenim ne olacaksa benim, ona sahip olmayı arzuluyorum şimdilerde...

kafası rahat olamayan kadın

canım sıkkın... belki hastayım diye, belki biraz da pazarları sevmiyorum diye...
ama en çok da tatminsiz olduğumdan...
yetmemesinden, yetinememekten...
dingin olamamaktan, hep sorgulamaktan... yine de harekete geçememekten...
yerimde saymaktan... kendimi yinelemekten... yerimde saymaktan çok korkmaktan... niye bu kadar korktuğumu bilmemekten...
geride kalmaktan... "mezun olalı 3 sene olmuş, ne koydun üzerine" diye kendini azarlamaktan...

geç gelen pazar yazısı


bazı hisler vardır yalnız yaşananlarca tanınan.

duygu değil burda tam olarak bahsettiğim. anlık ruh halleri gibi birşey.

farz-ı misal; bir sözcüğü üstüste söylersin de anlamsız gelir ya. çok kişinin başına gelmiştir, ama, herkes sadece yaşadığı an bilir hani o hissi.

ben de bugün pazar günlerinin (hele ki ah gecelerinin) yaşattığı tatsızlıktan yola çıkarak, "zamanı bölmüş oluşumuzun anlamsızlığını" hissettim... daha önce de olmuştu...
"zamanı parçapinçik ederek intikam mı alıyoruz ondan?
umarsızca çekip gittiği için..."

diye yazmıştım hatta üstüne...

kocaman bir sistem var, milyarlarca yıldır işleyen. biz de alakasız minik canlılar olarak mikro sistemler oluşturuyoruz kendi çapımızda. "medeniyet" dediğimiz yapay kavramlar oluşturup doğa/ dünyayla mücadele ediyoruz vs... takvimler yapmışız, saatler... zamanı yıl, ay, haftalara bölmüşüz. haftayı da yedi günden oluşturmuşuz; beşinde çalışıyor ikisinde dinleniyoruz... kendimizce düzen kurmuşuz...

öyle saçma ki...

herkes hissedemez ama o saçmalığı şu an; başta da dediğim gibi yaşamış olmalı en az bir kez...

Pazartesi, Ocak 17, 2011

bir haftasonu: bir film, bir kitap, bir oyun, bir de minibilgi;)



cumartesi "kağıt" filmini izledim. sinan çetin'in filmlerini sevmesem de, uzun zamandır dönen fragman dikkatimi çekmişti. filmin anafikri; "her yasak kendi isyancısını yaratır". filmi diyaloglar açısından yüzeysel/ sığ buldum, kurgu fena değil aslında.. en çok rahatsız edense, mesaj verme kaygısı; bir de hiçdekomikolmayankomiksahneler. oyunculuklar başarılı; özellikle de öner erkan (tesadüf bu ya, 2 gün önce de bornova bornava'yı izlemiş ve kendisinin performansını çok iyi bulmuştum,; sonra da 7 kocalı hürmüz ve organize işler'de de oldukça iyi oynadığını hatırlamıştım). bence oldukça yetenekli genç bir oyuncu kendisi.

cumartesi ve pazar günü açık lise sınavlarında görevliyken de "firarperest'i" bitirdim. firarperest, elif şafak'ın yeni kitabının çıktığını görüp pek bir heyacanlanıp ardından roman değil de gazete yazılarının derlemesi olduğunu öğrenip azıcık üzüldüğüm kitaptır. elif şafak'ın yazdıklarını seven biri olduğum bilen çokyakınım hediye etmişti bana, ben de kısa kısa yazılardan oluştuğu için dolmuşta yolda orda burda okuyor idim. yazar, romanlarında dili kullanım ve kurgu açısından hayran edecek kadar başarılı olsa da, kısa düşünce yazılarında biraz sıradan yazıyor. daha önce med cezir yazıları'nda yaşamıştım bu duyguyu. bir de -yazarın 10 kitabını okumuş biri olarak- anlattıklarının oldukça tanıdık ve dolayısıyla tekrarmış gibi gelmesi de aldığım keyfi azaltıyor olabilir. bir de şu var; belki de bir okur olarak yazarın gerçek hayatıyla tanışmak hoşuma gitmiyordur; onun anılarını, düşüncelerini dinlemek yerine, onu yarattığı karakterlerin ardından tasavvur etmek hoş geliyordur.


gelelim izlediğim oyuna. daha önce de yazdığım gibi, iyi bir tiyatro izleyicisi değilimdir ve bir oyunda sıkılmamam/ keyif almam biraz zordur. lakin, pazar akşam bakırköy büyülü sahnede "aziz sen nesin" oyununu keyifle, güle güle izledim. kubilay zerener'in kurgulayıp yönettiği oyunda yetenekli 8 genç oyuncuya usta oyuncu "mustafa turan" eşlik ediyor. oyun şu şekilde özetlenebilir: "Türk mizahının büyük ustasının seçme öykülerinden oyunlaştırılan, bol taşlamalı, canlı müzikli, danslı şarkılı bir kabare! Dünden bugüne Türkiye’mize Aziz Nesin’in güldürüsü ve eleştirisiyle bakış atan bir mizah başyapıtı!"
izlemek isteyenler için; 18 ocak salı- avcılar barış manço kültür merkezi ve 30 ocak pazar-bakırköy büyülü sahne ile büyükçekmece akm'de gösterimler var.
minik bilgi de şu: şayet bir kesmeşekeri bölmek istiyorsanız, kesmeşekeri dudaklarınıza yaklaştırıp bölünmesini istediğiniz noktaya üflemeniz yeterlidir. (ne imgeler/ metoforlar çıkar aslında bu cümleden, neyse)

Perşembe, Ocak 13, 2011

zor bir danışan;)


büyüyorum ben, belki de yaşlanıyorum- vol 2


izmir'e gittim haftasonu. daha önce check-in'i kaçırıp uçağa binememiş biri olarak ziyadesiyle temkinliyim artık. uçağın kalkışına bir saat kala, işlemlerimi tamamlamış, oturmuş bekliyor, kitabımı okuyordum. yanımdaki bayan konuşmaya istekliydi belli ki, arada okumamı bölüp birşeyler soruyordu. normal şartlar altında, bayana "herhangi bir ortamda yabancılarla konuşmayı gereksiz bulan, kısa süreli tanışıklıklara soğuk bakan" duruşumu kibarca gösterip susmasını sağlardım. ama, "değişim/ deneyim iyidir" dedim bir anda, "bakalım ne çıkacak". ve bayanın isteğine yanıt verdim. bir saat hoş bir sohbet ettik; yetmedi, uçağa alınma sırasında yaşlı bir teyzeyi de muhabbete dahil etti konuşmayısevenbayan. teyzenin tüm çocuklarının hikayesini öğrendik 10 dakikada. bunun üstüne, uçakta da yanıma konuşmayısevenbirbaşkabayan denk geldi ve ben onu da kırmayıp muhabbet ettim kendisiyle.


bu deneyim hoşuma gitti ve şimdi korkuyorum ben konuşmayısevenbayan olmaktan; zira belli bir yaştan sonra çoğu kadınımız öyle birşeye dönüşüyor.


bitmedi, bir de şu var; izmir'de, annemin yanına gidince, gelenekselliği çok sevdiğimi ve özlediğimi fark ediyorum. komşuluk, salça/ reçel/ turşu yapmak, pazar alışverişi, örgü örmek, aşure yapıp dağıtmak... burda hepsinden mahrumum; öyle bir hayatım olsun istiyorum ben de.


kendini görebilme arzusu

hani sürekli eleştiriyoruz ya diğerlerini; "diğerleri acaba benim nelerimi eleştiriyor" diye merak ediyorum. hangi yönlerim, tavırlarım, huylarım rahatsız ediyor ya da tuhaf geliyor başkalarına. insan başkalarını gördüğü kadar, kendini göremiyor çünkü.
herkesi görüyoruz, herkesin davranışlarını izliyoruz da, kendimizi görüşümüz ayna/ fotoğraf/ video gibi aracılardan ibaret ya, eksik/ güdük kalıyor bence. gülünce, şaşırınca, kızınca vs. nasıl göründüğümüzü tam bilemiyoruz mesela.

Çarşamba, Ocak 12, 2011

dolmuş maceralarım- bilmem kaç

dolmuşta çocuk varsa, konuşmalarını dinleyip neşelenirim.
yakın zamanda yaşadığım bir örnek:
yanımda, 4-5 yaşında pembeler morlar içinde kız çocuğu babasının kucağında oturuyor. gelinlik satan dükkanın önünden geçerken:
- aa, baba gelin!
diye heyecanlanıyor, babası açıklıyor.
- annemin niye gelinliği yok?
diye soruyor sonra, babası açıklıyor.
- düğüne giderken niye giymiyor?
diye soruyor bunun üstüne. ve son nokta;
- annemle siz evli misiniz?

oblomov olmak


-okuyanlar bilir- oblomov, sürekli olarak, yattığı/ oturduğu yerden yapacaklarını düşünen, planlayan; lakin, bunları gerçekleştirmek için harekete geç(e)meyen, sürekli erteleyen gonçarov yaratımı bir karakterdir. okumayanlar da, okusundur. (filmi de vardır; lakin, kitap özellikle tavsiye edilir)

erteleme davranışını/ sorununu hayatımda sıklıkla yaşayan biriyim ben de; ama, şu son zamanlardaki kadar somutlaşmamıştı sanırım hiçbir zaman. öyle bir haldeyim ki bu ara, işten çıkar çıkmaz yatağımı düşlemeye başlama, eve gelir gelmez yatağa girme, yeniden çıkma gücünü bulamama vs.

bu seferki psikolojik bir durum değil bir de; -kullananlar bilir- roaccutane denen ilaç tüm enerjimi alıyor, feci bir fiziksel yorgumluğum var... yattığım yerde, yapmak istediğim/ yapmak zorunda olduğum bir ton şey geçiyor aklımdan; gel gör ki, derler ya, kolum kanadım kalkmıyor...

Pazartesi, Ocak 03, 2011

2011'in ilk kitabı&filmi


blog yazarlarının favori kitapları arasında oldukça sık karşılaşmam dikkatimi çekti önce. araştırınca önemli bir kitap olduğunu fark edip hemen edindim. bir süredir elimdeydi, henüz bitti. bahsedildiği kadar haz alamadım ben. (belki de benden kaynaklıdır; her kitaptan her dönem aynı tadı alamayacağımıza inanırım zira). sözlükte de epey övmüşler.

"tutunamayanlar'a mı başlamalı" derim ben şimdi, yeni yıl motivasyonuyla hani, bi cesaret? (yazar burada üşenmeyip kitaplığından tutunamayanlar'ı indirmiştir, gözünün önünde dizinin dibinde tutacaktır, kararlıdır)


2011 ilk filmi de 2008 yapımı "in bruges" oldu, oldukça başarılı; tavsiye edilir.

ikincisi de "soul kitchen"; o ise, yani izlenir, kalabalıkla eğlenilir belki ama çok da tavsiye edilmez hani.